Lise yıllarımdan beri yazar dururum.

Yazmakla da kalmaz; elime ne geçerse okurum.

Aşağıdaki yazı Şebnem Uzunçiçek Kardeşime ait.

Şebnem Kardeş, bu toplumun belli bir kesiminin vefasızlığını ve de nankörlüğünü öyle güzel dillendirmiş, öyle güzel vurgulamış ki; bu durumda bana da bu güzel yazının özünü bozmadan, kısmen özetleyerek, az biraz da üzerinde oynayarak köşeme taşımak düştü.

İşte o yazı…

* * *

“…Yıllardır aklımı kurcalar durur; bir ülkenin halkı, nasıl olur da; kendisini işgalden ve de kölelikten kurtaran; ona insanca, özgür bir yaşam sunan devletinin kurucusu ve de kurtarıcısından nefret eder?

Bizzat kendisiyle savaşan ve bu savaşta, binlerce askerlerini kaybeden ülkelerin halkları bile onu ders kitaplarına koyacak kadar ona saygı duyarken; nasıl olur da; kendi halkı, ona bu derece nankörlük eder?

Bu vefasızlık ve bu nankörlük, toplumun belli bir kesiminde öyle bir tavan yaptı ki; nefretlerini ayyuka çıkarır oldular.

Kendilerine özgü İslamcı zekâsıyla, “kaMAL” yazacak kadar; Kurtuluş Savaşı’na “tiyatro” diyecek kadar; heykellerini “put” olarak niteleyip, onları kırıp parçalayacak kadar; daha da acısı, “yaşanmış belgeli bir tarihi yok sayacak kadar” nefretlerini kusar oldular.

(…)

Üzülüyor insan…

“Atatürk sana / size ne yaptı?” diye soruyorsun;

“Dinimi yaşayamadım” diyor.

“Bre densiz, ülkeni Yunan, İngiliz, Fransız işgal etse daha mı iyi olacaktı(n)? O zaman mı yaşayacaktın dinini?” diyorsun; üstatları Fesli Soytarının ağzı ile yanıt veriyor; “Evet, keşke Yunan işgali altında yaşasaydık.” diyorlar.

Mantığa bakar mısınız?

“Keşke Yunan İşgali altında kalsaydık…”

Bu vefasız ve nankör kesimin kadınına dönüyorsun; “Bak güzel kardeşim, pek çok gelişmiş ülkede bile yok iken; Atatürk sana ‘seçme ve seçilme hakkını’ verdi. Senin mal gibi alınıp, satılmaman için yasalar yaptı…” diyorsun; seni dinlemiyor , “Ben çarşafımla, peçemle özgürüm…” diyor.

(…)

İçlerinde, “Bana seçme ve seçilme hakkımı Peygamber Efendimiz verdi…” diyecek kadar zır cahil ötesi cahiller var.

(…)

Sonra da kurgulandığı, ezberletildiği, yalan yanlış bilgilerle karşı savunmaya geçiyor.

“Bir gecede cahil kaldık!” diyor.

“Gerçeğin öyle olmadığını, Osmanlı’da okur yazar oranının % 5 olduğunu, bu kesimin de halktan kopuk ulemalar sınıfı olduğunu…” anlatmaya çalışıyorsun; koşullanmış aklı ve olmayan bilgisiyle karşı savunmaya geçiyor; “Hiç de bilem, öyle deel..” diyor.

Sonra da kurgulandığı, ezberletildiği, yalan yanlış bilgilerle karşı savunmaya geçiyor.

(…)

Gelişmiş Batılı ülkeler, uzayda koloni kurma yarışında iken; biz (hâlâ) “Osmanlı döneminin kural ve yasalarıyla, Osmanlı döneminde(ki gibi) yaşamak için” direnen insanlarımızla boğuşuyor ve didişiyoruz.

Bu örnekleri uzatmak mümkün ama işin özü bu.

Yani?

Yani aldıkları eğitim(!), gerçekleri görmelerini engelliyor. Düşünemiyor, uslamlayamıyorlar.(muhakeme edemiyorlar).

Çünkü kendilerini sarıp sarmalayan cehalet, gerçekleri görmelerini engelliyor.

Dolayısıyla “kendilerini kurtaranı, kendilerine insan olma, insan gibi uygarca yaşama hakkını veren Atatürk’ü de; halk olmayı da sevmiyorlar.

İstiyorlar ki ümmet koşullarında yaşasınlar, ümmetin bireyleri olarak kalsınlar. Yurttaş değil, kul olsunlar; birileri de onları gütsün…

Çünkü bu tür kafaların, beyinlerin(!) derdi, “vatan, millet, hak, hukuk, adalet, refah, üretim, toplumsal huzur ve toplumsal mutluluk…” değil..

Bu tür beyinlerin derdi, “Allah, kitap…” denince; akan suların durduğu, diledikleri gibi diledikleri arsızlığı, hırsızlığı, uğursuzluğu yapılabildikleri; “boş ol düzeni”nin geçerli olduğu bir düzen kurmak.

Eee, hakkın, hukukun ve adaletin yani demokrasinin olduğu bir düzende de bu rezillikleri yapamayacaklarından; dahası böyle bir düzende yaşamaya bilgileri, becerileri ve yetenekleri elvermeyeceğinden; böyle bir düzeni değil; diledikleri gibi at koşturup, hükmedecekleri DİNCİ, GERİCİ BİR DÜZEN istiyorlar.

(…)

Kanıyor, kandırılıyor; kandırıldıklarını da zaman zaman dillendiriyorlar; ama sömürü düzeni üzerine kurdukları gerici düzenden de vazgeçemiyorlar.

Oya biz Atatürkçüler, ne kandık, ne kandırıldık.

(…)

Ne “ona dokunmak ibadettir” dedik, Ne de O’nu halife, peygamber ilan etme densizliğinde bulunduk.

O’nu bizim gibi olduğu için, bizleri esir olmaktan kurtardığı, bize özgür ve çağdaş bir yaşam hazırladığı için, bizim gibi olduğu için, bize yakın durduğu dahası DÜRÜST ve SAMİMİ OLDUĞU için bir baba gibi sevdik.

O nedenle de o günden bugüne “Ey Türk Gençliği” diye başlayan seslenişi kulaklarımızda çınlar durur.