Okurum Ahmet Tunçbilek, özellikle çevre düşmanlarına sinirlendiğim zamanlarda kalemimin ucundan kaçırıverdiğim; “...Bazen bu coğrafyaya yakışmadığımızı düşünüyorum...” tümceme kafayı takmış.

Salı günkü “Ülkemiz Hızla Çölleşiyor” adlı yazımda da aynı ifadeyi kullanmışım.

Tunçbilek kardeşim “...‘Bu coğrafyaya yakışmıyoruz’ söyleminizi doğru bulmuyorum. Sizin gibi ulusuna ve köklerine bağlı, ulusalcı, aydın bir yazara bu düşünceyi yakıştıramıyorum. Bu cümleye, satır aralarınızda yer vererek, değerlerinize ve dünya görüşünüze ters düşüyorsunuz...” diyor.

Tunçbilek kardeşimin haklılık payı var mı?

Var elbette.

Var, var olmasına da; o pay ne kadar, o tartışılır işte.

* * *

Öncelikle benim bu tür söylemleri, köşemde işlediğim konularda; okurlarımı, düşünmeye itmek, uslamlama yetilerini zorlamak, onları sarsmak, silkelemek için kullandığımın bilinmesinde yarar var.

“Bu coğrafyaya yakışıyor muyuz?” söylemi; akşam yatağa başımızı koyduğumuz zaman, kendi kendimize sormamız gereken; “Bugün ülkem için, çevre için, üzerinde yaşadığım coğrafya için, insanlık için, iyi olan ne yaptım, ne ürettim?” sorgusunun bir başka türevi, bir başka dillendirilmiş biçimidir...

Konuyu biraz daha açalım mı?

Açalım.

O zaman bu söylemi, şu şekilde değiştirip, kendi kendimize yeniden şöyle soralım.

Biz ülkemize, biz çevremize, biz bu coğrafyaya yakışmayacak, ihanet sayılacak ne yapıyoruz?

??!!...

Sizleri bilmem ama benim bu soruya vereceğim yanıt, şöyle olur. “Ne densizlikler yapmıyor, ne haltlar etmiyoruz ki!...”

* * *

Bu coğrafya, Nuh Peygambere beşiklik yapmış, üzerinde nice uygarlıklar, nice devletler barındırmış; kazılan her bir karış toprağından oluk oluk tarih fışkıran, bir coğrafya...

Bu coğrafya, bir zamanlar, sahip olduğu yağmur ormanlarıyla, gölleriyle, nehirleriyle, çağlayanlarıyla, verimli toprakları, sulak alanlarıyla, avlaklarıyla nice insanlara kucak açmış, nice insanları doyurmuş, beslemiş bir dünya cennetiydi...

Asırlardır, haince, bencilce, sorumsuzca kullandık bu coğrafyayı.

Yaktık, yıktık, kirlettik, kuruttuk, yok ettik pek çok güzelliğini.

O cennetten eser bırakmadık.

Düşünebiliyor musunuz; biz bu coğrafyayı, atalarımızın atalarından, “meşe denizi” olarak devir aldık; “kum denizi” haline getirdik.

“Sulak bir coğrafya” devir aldık, “kurak bir coğrafya” haline getirdik.

Bize can veren, yaşam veren, geçimimizi sağlayan Tanrı kayrası (lütuf) bu güzellikleri, bir bir yok etmeye (hâlâ da) devam ediyoruz.

Yakın çevremizi çöplük; nehirlerimizi, göllerimizi, denizlerimizi fosseptik olarak kullanıyoruz.

İğrenç ve çarpık mimari anlayışımızla, doğanın dokusunu ve genel görüntüsünü bozuyor, doğayı katlediyoruz.

Yarattığımız bu çirkinlikler; ruhumuza, kişiliğimize, kültürümüze, dünya görüşlerimize de yansıyor. O nedenle her türlü değerlerimizi, özellikle kutsallarımızı siyasallaştırıyor, insanlarımızı yok yere geriyor, kamplara bölüyor, dünyayı birbirimize dar ediyoruz.

Oysa eski verimliliğinden, eski bolluğundan, eski tadından, eski güzelliğinden, eski huzurundan eser bırakmadığımız bu coğrafya, her şeye karşın yine de hâlâ güzel.

Ama biz çirkiniz, biz güzel değiliz.

Ruhumuza egemen olan o hain ve bencil anlayışı, içimizden söküp atamıyoruz.

Oysa biraz hoşgörülü, biraz saygılı, biraz daha anlayışlı olabilsek;

* Kimsenin özel yaşamına burnumuzu sokmasak;

* Kimse kimseye karışmadan, herkes kendi yaşamını dilediğince ve de özgürce sürdürebilse;

* Özgürlüğümüzün sınırının, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bittiğini bilerek, o özgürlüğü kullansak;

* Namus(!) bekçiliği gibi, din polisliği gibi densiz tavır ve düşüncelerimizden arınabilsek;

* Tanrı ile kişi arasına girmenin, görevimiz de haddimiz de olmadığının ayırdına varabilsek;

* Tutuculuğu ve yobazlığı günlük yaşamımızdan çıkarabilsek;

* Yediden yetmişe hep birlikte “toplu yaşam kültürünü”, edinebilsek;

* Çevrenin bize değil, bizim çevreye ait olduğumuzu anlayabilsek;

* Biraz daha tutumlu, biraz daha mütevazı bir yaşam sürdürmenin bilincine varabilsek;

* Daha az tüketip, daha çok üretmeyi içselleştirebilsek;

Her şey çok daha güzel olacak.

O zaman yakıp, yıktığımız, kuruttuğumuz, kirlettiğimiz coğrafyamızı da, kendi aramızdaki ilişkileri de daha rahat onarabileceğiz.

O zaman coğrafyamız daha yaşanabilir, daha huzurlu, daha güzel bir coğrafya olacak.

Belki biraz gayretle, coğrafyamızdan aldıklarımızı da geri verebileceğiz. Coğrafyamız eski güzelliğine, eski görkemine, eski verimliliğine, eski yeşilliğine, eski temizliğine kavuşacak.

Ama o anlayışı, o hoşgörüyü, o özveriyi, o kültürü göster(e)miyoruz ki.

Bu eğitim anlayışıyla ve bu yöneticilerle; bunları gerçekleştirmemiz mümkün değil ki.

İşte onun için diyorum “Biz bu coğrafya da yaşamayı hak etmiyoruz...” diye...

İşte onun için diyorum, “Biz bu coğrafyaya yakışmıyoruz” diye...

İşte onun için diyorum, “Biz bu coğrafyanın hakkını veremiyoruz” diye...

Haksız mıyım?