Ülke olarak, yüreğimizi yakan dayanılmaz acılarla sarsıldığımız bir haftayı geride bırakmak üzereyiz.

Önce Ankara’da, 8 yaşındaki Eylül’ün cesedi bulundu. Ardından Ağrı’da, bayramın 1. gününden beri kayıp olan 4 yaşındaki Leyla’nın cansız bedeni, bir dere yatağında ortaya çıktı.

Her iki yavrunun, gözlerinin içi gülen fotoğraflarına baktıkça, için için ağladık.

Yüreğimizdeki yara kapanacak gibi de değil.

İsyan edip duruyoruz; bu canileri nasıl cezalandırmak gerek diye öfke kusup duruyoruz.

Ulusal bir acı bu, ama aynı zamanda ulusal bir utanç!

*

Çocuk istismarı, ne büyük bir insanlık suçu, ne büyük ayıp!

Ama istatistiklere bakınca, acımız, utancımız daha da büyüyor.

Adalet Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de çocuk istismarıyla ilgili dava sayısı, son 10 yılda yaklaşık 3 kat artmış.

Çocuğun cinsel istismarında Türkiye, dünya listesinde 3. sıradaymış. Türkiye’de kadınların yüzde 45’i, erkeklerin yüzde 10’u, çocukluklarında en az bir kez cinsel istismara maruz kalmış.

Kadına şiddet ve cinsel istismar, kadın cinayetleri…

Çocuğa şiddet ve cinsel istismar, çocuk cinayetleri…

Vay canına!

Nasıl bir toplumda yaşıyoruz?

Ya da ne hale gelmiş toplumumuz?

*

Öfke o kadar büyük ki, şu anda bir halk oylaması yapılsa, bu tür suçlar için idam cezası büyük bir çoğunlukla onaylanır.

O çocukların gözünün içine bakan insan, başka türlü düşünemez.

Fakat, sivrisinekle mi mücadele edeceğiz, yoksa bataklığı mı kurutacağız?

Toplumun içinden böyle canavarlar çıkmasını önlemenin bir yolu yok mu?

Sapkınlıklara zemin oluşturan çarpıklıkları nasıl düzeltebiliriz?

İnsanlarımızın psikolojisini, uzun vadeli bir plan dahilinde normale döndürmenin altyapısını hazırlayabilir miyiz?

Caydırıcı ağır yaptırımlarla birlikte, sanırız konuya ciddi bir bilimsel yaklaşım da gerekiyor.

*

Şimdilik, Türkiye bir daha böyle acılar yaşamasın, diye dua etmekten başka çaremiz yok gibi…