Son haftalarda dikkatinizi çekti mi bilmem? Anı tarzında köşe yazıları kaleme aldım. Belki gündemden, günümüzden uzak kalıyor, ama en azından yaşananlar, yaşanmışlıklar ve artık unutulmuş, aramızda olmayan şehrin renkli simaları böylelikle tarihe bir not olarak düşülmüş oluyor.

Hepimizin kendine göre anıları var. Çocukluk anılarımızın hayatımızdaki yeri ise bambaşka. Düşünsenize istediğimiz zaman istediğimiz yerde ağlayabildiğimiz, bir işi ertesi güne yetiştireceğiz diye stres yapmadığımız, tek patronun biz olduğu çocukluk yılları. Ve bu yıllarda geçen, mutlu olmak istediğimizde aklımızın bir köşesinde, sakladığımız yerden çıkartıp sarıldığımız, kahkahalarla güldüğümüz anılar...

Bizim çocukluğumuz daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi varlık ile yokluk arasında geçen bir dönemde idi. Cep telefonu ve tablet bilgisayarların henüz icat edilmediği, çocukların, anne ve babaların ayrı odalarda oturmadığı, aksine varlık ile yokluk arasında sürdürdüğümüz kimilerine göre yorgun, kimilerine göre kırgın o hayatın tam ortasında gülmek ve güldürmek için nedenimiz bol, ağlamak için nedenimiz yok gibiydi. Çünkü bizim için hayat çocukluktan ibaretti ve biz böyle mutluyduk.

Rahmetli annem yüce kitabımız Kur'an-ı Kerimi okumayı öğrenmemi çok isterdi. O tarihlerde henüz okula gitmemiştim. Yani okuma yazma bilmiyordum. Ulu caminin müezzinliğinden emekli olan ve sonraları terzilik te yapan Nuri hafız, hafızlık hazırlıkları yaparken köyden şehre geldiğinde dayımların evinin karşısında bulunan akrabalarının evinde kalıyordu. Bu geliş gidişler devam ederken rahmetli annem bu durumu fırsata çevirmek için, Nuri hafızla görüşerek bana Kur'an dersi vermesini istedi. Nuri hafız da kabul etti. Rahmetli annem Nuri hafıza haftalık 5 Kuruş para veriyor, Nuri hafız da bana ders veriyordu.

Ancak gelin görün ki bu durumdan yararlı bir şey çıkmadı. Galiba ben çok küçüktüm ve Nuri hafız da zannedersem ders verecek seviyeye henüz ulaşmamıştı.

Karakeçili cami yakınında Şakire hoca vardı. Evinde Kur'an dersi veriyordu. Şakire hocanın dershane haline getirdiği evine her gün küçük pekmez veya çökelek dürümlü azıkla gidiyordum. Soğuk kış günlerinde derse giderken yanımda orta büyüklükte yakacak odunu bulunuyordu. Durum böyle devam ederken Şakire hocanın sıva ustası olan oğlunun tamirata giresi tuttu.

Ders gördüğümüz odayı Karakeçili camisinin yanından geçen büyük bir odaya taşıdılar. Odanın bir köşesinde demirci ocağı vardı. İki adam o ocakta gerekli işlemi yaparak manda boynuzundan tarak, başka boynuzlardan da bıçak sapı vs. yapıyorlardı.

O tarihlerde yapay hammaddeler icat edilmemiş olduğundan, Fildişi, hayvan boynuzu veya şimşir gibi sert ağaçlar kullanılıyordu.

Eve geldiğim bir gün, ahırın duvarının dibinde yeni kesilmiş koç'un iri boynuzlarını gördüm. Bu boynuzlardan bıçak sapı yapmak istedim. Ne kadar işe yarar bir şeyler yaptım onu bilmiyorum ama rahmetli babamın testeresini epeyce yordum.

Ben odada sobanın başında bir taraftan ısınmaya çalışıyor, bir taraftan da bahçe gübreliğinin üstünde eşinen kahverengi culuğu (hindi) izliyordum. O sırada babamın testere ile bir ağaç parçasını keseceği tuttu.

Testereyi ağaca sürdü ve testere kesmekte zorlanmış olacak ki elinde çevirdi ve testere dişlerinin körelmiş olduğunu gördü. Kesilmiş boynuz parçaları da duvarın dibinde duruyordu.

Rahmetli babam el takımları konusunda hassas davranırdı. Beni bahçeye çağırdı ve o titizliğin gereğini yaptı. Yani sizin anlayacağınız temiz bir dayak yedik.

* * *

Daha okula bile gitmeyen çocuk koç boynuzundan bıçak sapı yapmaya kalkıyor. İlkokul 2'inci sınıfta yaptığım misafirlere kahve ikram etmekte kullanılan tepsiyi de annem epeyce kullandı.

Buna benzer olaylar hazır alet edevat bulunmadığı için el yapımı olarak her yerde olurdu.

Babamın inşaat ustası, dayımın terzi olup kardeşimle benim, bir de kendisinin elbisesini dikişi, annemin dokuma tezgahı oluşu arkadaşlarıma karşı fark oluşturuyordu.

Yetenek önemli ama şartlara göre imkanların da sağlanması önemli. Övünmüş gibi oluyorum ama bu farkı Tanyeri ilkokulunu birlikte okuduğum ve halen de görüştüğümüz YÜKSEL ŞENEL çok güzel anlatıyor.

Dedim ya biz şanslı çocuklardık. Çünkü henüz ayrılmamıştık, bölünmemiştik. Ne sağ vardı hayatımızda, ne de sol. Bizim için sağ da, sol da iki kolumuzdan ve gidilecek yönden başka bir şey değildi.

Bugün 12 Mart... Milletimizin bağımsızlık mücadelesinin simgesi İstiklal Marşımızın kabulünün 100. yıl dönümü. Bu vesile ile Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u ve bütün istiklâl kahramanlarımızı saygı ve rahmetle anıyorum.

En güzel günler sizlerin olsun.