Bana göre bir imtihandır hayat. Bu imtihanın hedefi “Şu gök kubbede hoş seda bırakmak” olmalıdır ki, sevgili Öztürk bu “hoş seda”yı fazlasıyla bırakmıştır. Bu nedenle, yaşantımızdaki bazı hadiseler bizim kontrolümüz dışında akıp gidince, bizler, sabır ve metanetle, gidenlerimizi hala yaşatmış olmalıyız. Geriye dönüp baktığımızda ve “Hayat nedir ki?” diye sorduğumuzda, kendi kendimize şu cevabı vermeliyiz diyorum:
“Hayatıız, değerli dostlarımız, sevdiklerimiz ve onlarla yaşanan hatıralardır.”
Yaşanan bu hatıraları çekip alırsak yaşantımızdan, geriye “sen, ben, biz” diye bir şey kalır mı? Bunun içindir ki, ömür biter, sen, ben, biz olmayabiliriz. Ama, geride bıraktığımız “hoş sedamız” ebediyen yaşayacaktır, Öztürk’ün bıraktığı “hoş seda” gibi... Öztürk’ün geriye bıraktığı yalnız “hoş seda” değildi. Geriye bıraktığı bir insan varlığı, tıpkı kendisi gibi donanımlı, sevgili, saygılı, alçakgönüllü, candan bir “Can” vardı. O da oğlu Fatih’tir...
*
Her dostluğun olduğu gibi, yaşananlardan, hafızamızda yaşamaya devam edenlerden birkaç izi paylaşayım sizlerle. Yaşanmış şeylerden zihinde kalan her türlü iz, hafızada yaşamaya devam edenler değil midir hatıralar.
Telefonlarımızın olmadığı veya ben de olmadığı zamanarda sık sık mektuplaşırdık Öztürk’le. Gençlik heyecanıyla yaşantımızdan, gelecekteki beklentilerimizden, hayal de olsa birşeyler yazardık. Yazdıklarımız ise sevinçlerimiz olurdu; sızlanışlarımız olurdu; düş kırıklıklarımız olurdu. Öztürk’ün yazdığı sevinçlerinden birisi de, özlemini duyduğu, beklediği oğlu Fatih’in doğumu idi. Bu mektuplarımızı saklayamadık; keşke saklasaydık diyorum bugün.
Bir mektubunun içine koyup göndermişti Fatih’in fotoğrafını. Kundakta, sevgili annesi Rezzan Bacımızın kucağında. Fotoğrafın arkasındaki tarih 11 Eylül 1967.
Ergen, Duru ve Güven ailesinin sevinç kaynağı oldu Fatih’in doğumu. Bir hayli bekletmişti aileleri çünkü. Gözlerini gün ışığına açıp, teninin atmosferle temasının ağlayışı, ailelerin neşe kaynağı oldu.
Fotoğraftaki tarihin üstündeki yazı:
“Fatih’ten Bahri Amcasına hürmet ve sevgilerle.”
*
İkinci gelen fotoğrafının tarihi 6 Ekim 1968. Yazısı, “Fatih’ten Bey Babası ve Cici Annesi gile en derin hürmet ve sevgilerle... Fatih İstanbul’da, Fatih’in topları üzerinde...”
Fatih yürümüş; büyümüş; İstanbul’a gidip, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği toplarının üzerine oturmuş; biz Bey Babası ve Cici Annesine de fotojenik bir pozla fotoğrafını göndermişti.
İzmir Ailelerinde olduğu gibi, bizim ailemizde de bir sevinç, bir sevinç... Fatih Sultan Mehmet yüz yıllar önce İstanbul’u fethettiği gbii, Fatih Ergen de bizlerin gönlünü fethetti...
*
Fatih’ten gelen üçüncü fotoğrafın tarihi yok. Ancak dört beş yaşlarında tahmin ettiğim, sevgili anne ve babasının ortasında, birşeylerin üzerine çıkartılarak, anne ve babasının boyunda. Bakışları yakın mesafe değil, sanki bugünlere bakar gibi, ufuklarda...
*
Bizim ailece saygı duyduğumuz Ankara’da berberlik yapan bir Dursun Ağabeyimiz vardı. Genç yaşta Çorum’dan Ankara’ya gidip, dükkan açan kardeşlerin en büyüğü idi. Biz kardeşlerin üzerinde babamızdan daha çok hakkı olan; maddi durumu iyi birisiydi Dursun Ağabeyimiz. Kendisi tahsil görmemişti ama, “Hayat Üniversitesi Yüksek İhtisaslı”, ufku geniş birisiydi. Kendisi ile diyaloğumuz çok iyi ve hiç kopmamıştı fikir birlikteliğimiz.
Bir gün Dursun Ağabeyimin bir işi için birlikte İzmir’e gitmiştik. Gidip akşama dönecektik. İşimiz erken bitti. Zamanımız vardı ve Öztürk’e uğramadan dönmek de olmazdı. En azından “Biz geldik diyelim, hal-hatır soralım, kısa süreli sohbetle bir kahvesini içelim, dönelim” istedim...
Kahvelerimizi içtikten sonra müsaadelerini istedik. Öztürk kendisini ziyaret için geldiğimiz görür de bizi bırakır mı? Okullar tatilde olduğu için benim zamanım vardı ama, ağabeyim ertesi günü işinde olması gerekiyordu. Ankara’ya dönmek için ne kadar bahaneler söylemişsek “Yarın benim de işim yok. Ben her ay Foça’ya balık yemeye giderim. Sizi Foça’ya götüreceğim. Yarın akşam gidersiniz...” diye Öztürk bizi bırakmadı...
Ertesi gün Foça’daydık.
İzmir’in her yeri ayrı bir değer, ayrı bir güzellikte olduğu gibi Foça da çok güzeldi.
Kendisinin müdavimi olduğu ve sahibinin de Öztürk’ü çok iyi tanıdığı, deniz kenarında bir balık lokantasına götürdü. Bizi lokanta sahibi ile tanıştırdıktan sonra, lokanta sahibi, bizim hangi cins bir balık istediğimizi sordu. Balık arzusuna, özellikle ben ne diyebilirdim ki...
Lokantacı bizi, balıkların muhafaza edildiği taş teknenin yanına götürdü; balıkların lezzetlerini, etinin siyap?beyazlıklarını anlatıyor. Ben:
“Sevgili ustacığım, biz İç Anadolu çocuğuyuz. Hamsiden başka balık tanımayız. Onu da kılçığını ayıklayarak ancak yiyebiliyoruz. Bize en az kılçıklı bir balık olsun da, cinsi, lezzeti, etinin beyaz olup olmadığı önemli değil. Kılçıksız bir balık istiyorum.” Diye bir espri yaptım.
“Kılçıksız balık olur mu?” dercesine usta bizi süzdü ve sonra:
“Öztürk Bey, öyle ise bana bırak, arkadaşlara seçimimi ben yaparak balıklarını hazırlayayım. Senin hangi balığı yiyeceğini biliyorum” diye, bizi masamıza gönderdi.
Foça Körfezinin doyumsuz seyrinde ızgara balıklarımız geldi. Öztürk eline çatal-bıçağı alıp balığı yemeye başlayınca ben yine:
“Öztürkcüğüm, bak ben ustadan kılçıksız balık istedim. Usta bana, “kılçıksız balık olur mu?” dercesine baktığının da farkındayım. Kılçıksız balığın olmayacağını ben de biliyorum. Ben çatalla balık yiyemem.
(SÜRECEK)