Öztürk’ün sessizliğni bozmak için:
“Öztürkcüğüm, daha önce böyle köylere gittin mi?” diye sordum.
“Hayır, gitmedim” dedi.
“Öyle ise bu yoldan daha çok gelir gidersin. İki yıl yaşaman gereken yer burası, şimdiden alışmış olursun.”
Öztürk’ten hiç ses çıkmadı.
Alışık değildi Öztürk böyle yollara anlaşılan. Köy yolunun ince tozunun çok olduğu bir mevsimdi geldiği günler.
“Kışın çok çamur olur. Ben kışın çizme giyerek geliyorum. Çizmeyi Hacıbey’de çıkarıp ayakkabılarımı giyiyorum. Yazın da işte böyle çok tozlu.”
“Yazın da işte böyle çok tozlu” sözü Öztürk’e ayakkabılarına bakmayı çağrıştırmış olacak ki, ayakkabılarına baktı. Ayakkabılarına baktığında, ayakkabılarından önce pantolonunun dizlerine kadar beyazlaşmış olduğunu gördü. İzmir’den gelirken, kısa kollu bir gömlek, lacivert bir pantolon ve siyah ayakkabı giymişti. Durakladı, pantolonunu silkmek istedi.
“Yapma” dedim. “Nasıl olsa varıncaya kadar yine toz olacak. Evde silker, temizletiriz.”
Bu uyarı üzerine pantolonunu silkmekten vazgeçti. Yürüyüşlerinden çıkan toz, ayakkabılarının rengini göstermiyor, pantolonunu da iki renkli yapıyordu. Benim pantolonumda da vardı toz. Ama pantolonum gri renkli olduğundan pek belli olmuyordu. Yılgınlıkların arasından tozlu yolu geçip çayırlığa girdiğimizde köye çok yaklaşmıştık. Ancak toz da üzerimizde katmanlaşmıştı.
Köye girişin sağ taraındaki tepenin üzerinde duran binayı gösterdim.
“Öztürkcüğüm, işte okul, karşı tepedeki.”
Öztürk ancak:
“Yapma” diyebildi.
Önce yolu hep dinleyerek gelen Öztürk, sessizliğini “yapma” deyişi ile bozdu.
Öztürk, sonradan anlattığı hayalleri ile emeklercesine çıktı okula. Eve geldiğiizde babam, annem ve eşim karşıladılar bizi. Onları Öztürk’le tanıştırdım.
“Öztürk kardeşimiz okulun yeni öğretmeni. Kendisi İzmirli” diye de Öztürk’ü aileme tanıştırdım.
“Hoş geldiniz” dediler sıra ile.
Sonra, ben kendi pantolonlarımdan bir tanesini Öztürk’e uzatıp “Değiştir, temizlensin” dedim. Öztürk sıkılarak da olsa uzatılan pantolonu aldı, kendi pantolonunu çıkarıp benim pantolonumu giydi. Hep birlikte gülüştük. Benim pantolon çok kısa gelmişti Öztürk’e çünkü. Sonunda kendisi de güldü bacaklarına bakınca. Armızda, hemen samimi bir hava oluşmuştu... Gülmesine neden olmuş, güldürmüştük çünkü.
Öztürk’ün düşüncelerini, hayallerini ancak gece çaylarımızı yudumlardan öğrenebildik. Şöyleydi:
“Ben şimdiye kadar hiç köy görmedim. Köye gelirken, okul dergilerinin üzerindeki kapak resimlerini düşünüyordum. Etrafı çayırlık-çimenlik. Okulun bahçesi duvarlı değil, ama güzel ve düzgün çıtalarla çevrili, çıtalar boyalı, küçük ve güzel bir okul. Üzerinde tabelası, pencerelerinde küçük kağıt bayraklar asılı. Okula beş-altı basamakla çıkılıyor. Okulun bahçesi gül ve çiçeklerle donatılmış. Öğrencileri siyah önlük, beyaz yaka ve kurdelalı. Kümeler halinde okulun bahçesinde cıvıl cıvıl konuşarak oyun oynuyorlar. Birkaç öğretmen de aralarında dolaşıyor. Hep bu manzarayı arıyordu gözlerim. Sen “İşte okul karşındaki” deyince şaka yaptığını zannettim. Ve içeri girinceye kadar da söylediğine inanmadım. Ancak içeri girince düşlerimden sıyrılabildim...”
Gerçekten de güzel bir düş görmüştü Öztürk.
Memleketin çok konularında olduğu gibi, okul dergilerinde de ‘hayalci’ bir resim yansıtılıyordu. Ne yazık ki gerçek hiç de öyle değildi.
Gerçeği, kulübemsi bir okuldu. Duvarlar ıçatlamış, sıvaları dökülmüştü. Küçük iki odadan ibaretti. Birisinde ben ailemle duruyordum. Bu odayı hem yatak odası, hem oturma odası, hem mutfak, hem banyo olarak kullanmak zorundaydım. Diğer odayı derslik olarak kullanıyorduk. Dersliğinde araç-gereç yoktu. Öğrencilerin ders çalışacağı iki basit masa, oturması için de iki kalas çakılarak meydana getirilmiş oturak. Küçük bir öğretmen masası, bacağı kırık bir tahta sandalye. Tuvaleti, okulun yirmi mtre ilerisine yaptığımız üç duvardan ibaretti. Ve de öğrencilerle birlikte kullanıyorduk. Birkaç metre daha ileriye yapamazdık. Yapmak istesek de yuvarlanırdık çünkü. Okulun bir tepeciğin üzerine yapıldığını söylemiştim. Bu tepeciğe, köylülerin de neden böyle dendiğini bilmediği “Mağaza” diyorlardı.
Öztürk konuşmasından sonra düşünceye daldı.
“Düşünme Öztürkcüğüm” dedim. “İki ders yılı çabuk geçer. Biz gibi ömür boyu çekecek değilsin ya böyle yerlerin kahrını. Askerlik bitince, bu çileler de biter. Anlıyorum seni, İzmir’in yaşama ortamından gelip, buralara ayak uydurmak zor olacak. Ancak başka seçeneğin de yok. Gerçekleri kabullenmen gerekecek. Anadolu kırsalında yaşayan köylünün yaşantısı bu. Burada yaşayanlar, burada doğup burada ölüyorlar. Ve buna da mecburlar. Çünkü hep uyutulmuş, avutulmuşlar. Sen de iki yıl boyunc aburada ve bu insanların yaşantısında yaşamak zorundasın. Buraların gerçeklerini kabullenerek görev yaparsan, insanlarına ışık tutmaya çalışırsan, öğrencilerine aydınlık yolları aşılarsan dah azevk alırsın görevinden. Evet, mesleğin eğitimcilik değil, özveri ile çaışır, hoşgörü ile hareket edersen zor bir sanatta değildir eğitimcilik. Bu insanları olduğu gibi kabullenip, onlarla kaynaşırsan, öğrencilerini bir ana-baba gibi sevip kucaklarsan, çalışmandan daha da zevk alırsın. Şimdi böyle ücra bir yere geldiğin için ağlıyorsun. Şuna inan, ayrılırken de ağlayacaksın. Şunu da belirteyim; bizim buralarda, özellikle Anadolu’nun bazı kırsalında öyle yerler vardır ki, bırak motorlu araçla gitmeyi katırlarla bile gitmek güçtür. Yaya olarak sekiz-on saatte ancak ulaşacağın yerler vardır. Oraları görsen, buralara ısınırsın. Benim gideceğin köy de buradan daha iyi bir köy değil...” diye, biraz olsun Öztürk’ü rahatlattım. Sonra “Hemen yarın gitme. Bir-iki gün kal. Seni köylülerle tanıştırayım. Sıcak insanlardır. Yaklaşırsan, onlar da yakınlık duyar. Çok yakında Tozluburun Köyü var. Oranın öğretmeni okul arkadaşım. Kendisi evli. Sen de evliymişsin. Birbirinize gelir gidersiniz. Mesleki konuda azami derecede yardımcı olur...” diye ilave ettim.
(SÜRECEK)