Molla Baba’nın manav dükkanına gelmiş, yine “gödek” iskemlelerimize oturmuştuk. Molla Baba geldiğmizi görünce:
“Sebzelerin hazır. Ne zaman gidiyorsunuz” diye seslendi içeriden.
“Biraz sonra gideriz” dedim.
Gitme zamanımız gelmişti; kalktık. Üç filenin ikisini ben aldım, diğerini de Öztürk almak zorunda kadı. Molla Baba’ya “Allah’a ısmarladık” diyerek ayrıldık.
Yolda giderken bineceğmizi araca kadar şehrin bazı semtlerinin isimlerini söyleyip şehrimizi tanıtmaya çalıştım.
İskilip otobüsüne bindik. Şehrin çıkışındaki toprak sanayiine geldiğimizde:
“Buralara tuğla ocakları denir. Şimdilik tuğla ve kiremitler basit el tezgahlarında yapılıyor. Henüz fabrikaya dönüşmedi. Ben de okul tatillerinde burada çalışırdım. Çok zordur tuğla ocaklarında çalışmak. Çocuk yaşlarında daha da zordur. Bu geçtiğmiiz çaya “Derin Çay” derler. Sol tarafımızdaki köy Gürcü. Şimdi Elemin Bağları’na geldik. Tepedeki köy Elemin Köyü. Bağları ile meşhurdur. Bu rampaya ve çeşmeye Han Pınarı ve Yokuşu denir. Eskiden burada han varmış.” Diye yol güzergahını tanıtırken yokuşu tırmanıp düzlüğe çıktı otobüsümüz.
“Şimdi Seydim Bağları’na geldik. Şu sol taraftaki tepenin üzerinde bir köy var” diye köyü gösterdim.
Öztürk otobüsün penceresinden gösterdiğim köye baktı.
“Gördüm” dedi.
“Orası Yukarı Saraylı Köyü. Benim tayinim de oraya çıktı. Birbirimize biraz uzağız, ama olsun. Hafta sonları gelir gideriz birbirimize. Bu yola Dana Deresi derler” diye ben etrafı tanıtmaya devam ediyordum.
Kıvrıla kıvrıla Cerit Beli’ne ulaşmıştık. Seydim Nahiyesi uzaktan görünüyordu.
“Sol tarafta görünen yer Seydim Nahiyesi. Büyük bir yerleşim yeri. Nahiye Müdürü, Jandarma Karakolu, Tarım Kredi Kooperatifi, beş sınıflı büyük bir okul var.”
Cerit Beli’ne çıktık.
“Buraya Cerit Beli derler. Kışın şoförlerin korkulu rüyasıdır. Çok kar yağar çünkü. Yollar donar, kaygan olur. Tepenin sağındaki köye Yukarı Cerit denir. Biraz ileride de Aşağı Cerit var. Bak, işte, aşağıda, derenin içinde.”
Öztürk bu kez sağa baktı. Onaylarcasına başını salladı.
Cerit Beli’nden aşağıya, düzlüğe inmiştik.
“Buralara da Haremi deresi denir. Çok önceleri haremiler buraya siperlenir, gelen yolcuların yolunu keser, soygun yaparlarmış. Buraların başka yolu yok çünkü.”
Yol üzerinde bir çeşme vardı. Oraya yaklaşınca:
“Başı kalabalık şu çeşmeyi gördün mü?”
“Gördüm” dedi Öztürk.
“Bu çevrenin tek çeşmesidir. Çevredik köyler bu çeşmeden alıp götürürler içme suyunu. Tahtadan yapılmış “Senek” dedikleri su kaplarını eşeklere yüklerler ve buradan doldurup götürürler.”
Gerçekten de çeşmenin başı kalabalıktı. Bazıları su dolduruyor, bazıları ayakta sırasını bekliyor, bazıları da oturmuş sohbet ediyorlardı. Suyunu dolduran seneğini eşeğe yüklüyordu yardımlaşarak.
Yol üzerindeki tek binayı gösterdim.
“Şu sağda gördüğün tek bina Haremi Jandarma Karakolu. Çevre köylerin asayişinden sorummu, jandarma var.”
İneceğimiz yere yaklaşmıştık.
“Hacıbey’de inecek var” diye seslendim şoförümüze.
Öztürk anlatılanları dinliyor muydu, yoksa dinlemiş mi görünüyordu bilemiyorum.
İzmir gibi bir ilde büyümüş, hiç Anadolu kırsalındaki köyü görmemiş, uzun uzun yaya yürümemiş, hiç aç kalmamış, hiç susuzluk çekmemiş bir şehir delikanlısı anlatılanları dinlemese gerekti. Nasıl yorummuyordu zihninde bilmiyordum. Anlatılanları dinlese de, dinlemiş gibi görünse de iki öğretim yılı yörede kendisi yaşayacak; o da bu yollardan defalarca geçecek, yörenin tek çeşmesinden o da seneklerle su getirmek zorunda kalacaktı. Yaşanan gerçek böyleydi çünkü. Ancak otobüs durduğunda tayin edildiği köye gelindiğini zannetti. Ve önüne koyduğu fileyi alıp o da benimle birlikte indi.
İnilen yer Hacıbey Köyü idi. İskilip yolu üzerinde, tepecikte kurulmuş, eğitmenli bir okulu, muhterem bir eğitmeni vardı. Öğrencileri üçüncü sınıfa kadar okuduktan sonra, dördüncü ve beşinci sınıfları Ferhatlı Köyü okuluna gelerek ilkokulu bitirmiş olurlardı.
Bizim gideceğimiz Ferhatlı ise, Hacıbey’in batı karşısında ve yaya gidilmesi gerekiyordu. Bunu henüz Öztürk bilmiyordu. Hacıbey’den de görünüyordu.
“Gideceğimiz köy, karşıda görünen köy” dedim.
Öztürk hala sessiz, ne düşündüğünü bilemiyordum. Elindeki file ile, ister istemez gitmek için boyun eğdi. “Gideceğimiz köy karşıda” sözüme.
Arazi düz, mesafe kısa gibi görünüyordu. Ben yine:
“Bu ovaya Dedesli Ovası derler” diye açıklama yaptım.
Hacıbey’den Ferhatlı’ya dört kilometre yaya yürünmesi gerekliydi. Yolu yoktu. Üstelik “yılgınlıklardan” (sulak yerlerde kendiliğinden çıkan ince, bodur, çok dayanıklı bir ağaç türü) gitmek zorundaydınız. Dere atlamak gerekiyordu. Kışın ve baharın coşkun akardı dere. Geçmek için ayakkabılarınızı çıkartıp, pantolonunuzu diz kapaklarınıza kadar sıvamak zorundaydınız. Yol olmadığından köprü de yapılmamıştı çünkü.
Gidilecek yol kıvrım kıvrım ince-dır bir patikaydı. Kışın ve baharın alabildiğine çamur, yazın da bir o kadar ince toz olurdu. İzmir gibi bir şehirden ve asvaltlı yoldan gelmiş olan Öztürk, bu yolda yürürken ne düşünüyordu acaba? Bilemiyordum. Ancak bilinen bir gerçek var ki, bu yol yürünecek, elindekiler kollarını gerdirecekti.
(SÜRECEK)