En hor kullanılmış, en hırpalanmış, en çok talan edilmiş coğrafya parçalarından biridir Anadolu coğrafyası.

Düşünebiliyor musunuz; Osmanlı topraklarını, 40 yıldan uzun bir süre, karış karış gezen ve gördüklerini Seyahatname adlı eserinde toplayan, ünlü Gezgin ve Tarihçi Evliya Çelebi (1611 - 1682); o yıllardaki Anadolu’yu anlatırken; “Her bir karışı orman olan bu coğrafyada; Van'dan yola çıkan bir sincap, ayağı yere değmeden bir meşe ağacından diğerine atlayarak İskenderun Körfezi'ne ulaşır" diye yazar.

Nerede şimdi bu ormanlar?

Nerede bu ağaçlar?

Nerede bu göller, ırmaklar, nehirler?

Hani nerede o sincaplar?

!!??...

Yok, yoklar!

Artık genlerimize işleyen bir tutkuyla yaktık / yaktırdık, yıktık, kuruttuk, acımasızca yok ettik.

* * *

Doğayı seveceksin önce…

Ananı, babanı, eşini, çocuklarını sever gibi doğayı seveceksin.

Sen doğayı sevmedikten sonra, sen doğaya saygı duymadıktan sonra; senin her tarafın ‘dini bütün’ olsa ne yazar, senin her tarafın “yurtsever” olsa ne yazar…

Sen doğayı sevmeyip, korumadıktan sonra; Anadolu’nun dörtbir yanını çift yol yapsan, otoban yapsan ne yazar!

Doğayı seveceksin önce…

Sevmenden yetmez, sevdireceksin.

Önce öğretim müfredatını baştan sona değiştireceksin.

Öğretinden önce eğitime ağırlık vereceksin.

Öğretmenleri yetiştiren öğretmenlerin kafa yapısı düzelteceksin ki; öğretmenlerimiz, öğretmen gibi öğretmen olsun.

Önce öğretmenlerimize sevdireceksin doğayı ki; o öğretmenler, öğrencilerine sevdirsin doğayı.

* * *

Hiç unutmam; bir tarihte televizyonlar; Manisa’nın Soma İlçesinin, Yırca Köyünde, bir gecede kesilen 85 yıllık, 6000 zeytin ağacı için katıla katıla ağlayan, kesilmiş zeytin ağacına, çocuğuna sarılır gibi sarılmış, yaşlı bir kadının haberini vermişti.

“Onlar benim çocuklarımdı, çocuklarımı kestiler…” diyor, hem ağlıyor, hem ileniyordu.

Tüm doğaseverlerin duygularının tercümanı oluyor sanki.

Benim ağzım, benim dilim, benim nefesim, benim beynim olup, haykırıyor; “Allah, belanızı versin” diyordu.

Ben de diyorum.

Manavgat’ta ormanlarında yanan ağaçların çıkardıkları sesleri; ormanla birlikte yanan yabanıl hayvanların çıkardıkları çığlıkları, duymamak için kulaklarımı tıkadım.

Ben de Yırca Köylü Nine gibi ilendim.

“Tanrı, sebep olanların tümünün belasını versin.” dedim.

Ekip arkadaşlarımla birlikte içimiz yana yana döndük Manavgat’tan…

* * *

Örüşümağında (internet) Türkiye’nin muhtelif yörelerine ait, 10 yıl öncesini ve şimdiki halini gösteren, kuşbakışı çekilmiş resimler dolanıyor..

İstanbul’a, Ankara’ya, Antalya’ya, Toros’lara, Katran Dağına, Kaz Dağına, Kaçkarlara, oraya buraya ait.

Bir, önceki hallerine bakıyorum; bir de şimdiki hallerine… Yüreğim parçalanıyor.

Olunur da; bu denli mi acımasız olunur, bu denli mi gaddar olunur.

Olunur da; bu denli mi hain olunur?

Bu nasıl bir zihniyet, bu nasıl bir mantık?

Taş, çıkarıyoruz, mermer çıkarıyoruz, termik santral yapıyoruz, bina yapıyoruz diye; ülkenin tek tük kalmış yeşil alanları da bir bir yok ediliyor.

Ne yasa tanıyorsunuz, ne hukuk.

Bu nasıl bir anlayış?

Bu termik santralleri, bu binaları yapacak, başka alan mı yok?

Çok mu arayıp, buluyorsunuz buraları!

Yazık…

Çok yazık…

* * *

Yine bir tarihte Facebook sayfamda paylaştığım, “Bir zeytin ağacı bile etmezsiniz” başlıklı paylaşımımın altına, bir kadim dost, yorum yapmış;“Ne zeytin ağacı; tek bir zeytinin, çekirdeği bile etmezler…” demişti.

Bir hanımefendi de tokat gibi resimli bir yorum düşmüş; “Bu memlekette; bir ağaç olmak; bir de kadın olmak çok zor…” demişti.

Anlayana…