Büyük sinema salonlarının bugünkü gibi konforlu, lüks ve her türlü isteğe karşılık veremediği yıllardı. Çocukluk ve gençlik yıllarımızda sinema sezonu kış ve yaz sezonu olmak üzere ikiye ayrılırdı. Kışın kapalı alanlarda yapılan gösterimler mevsim yaza döndüğünde, sıcak havalar insanları bunalttığında yerini geceleri yapılan açık hava gösterilerine bırakırdı.

Neredeyse her şehirde rastlayabileceğimiz yazlık sinemalar, böylece kışlık kapalı sinemaların yerini alır, bir süreklilik sağlanırdı. Yazlık sinemalarda sezonun öne çıkan filmleri gösterilirdi. Seyircilerin bir kısmı kaçırdığı filmleri izlerken diğer kısmı da sevdiği filmleri yeniden izleme şansına sahip olurdu.

Şimdi o yılları hatırlıyorum da ne kadar saf ve temiz duygulara sahipmişiz, daha iyi anlayabiliyorum. Yeşilçam’ın En Bıçkın İkilisi rahmetliler Sadri Alışık ve Ayhan Işık gibi, Belgin Doruk, Aliye Rona, Fatma Girik, Ekrem Bora, Erol Taş, Hulusi Kentmen, Münir Özkul, bugün halen aramızda olan Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Ediz Hun, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve daha ismini sayamadığım birçok sinema oyuncusunun filmleri kapalı gişeydi.

Kimi zaman ağlatan, kimi zaman güldüren bu filmlerde herkes kendisine düşen kıssadan mutlaka bir hisse alırdı. Kimi aile olmanın, bir arada olmanın önemini kavrar, kimileri ise beyaz perdenin siyah beyaz ışıltılı dünyasına kendisini kaptırır, beğendiği oyuncuya benzemeye çalışır, onun gibi giyinir, onun gibi konuşmaya çalışır, onun gibi espri yapardı. Gündelik hayat içerisinde “Nayır” “Nolamaz” vb. kelimeler bugün insanları güldürse de gençlik yıllarımızda dillerde adeta pelesenk olmuştu.

yıllar geçti. 12 Eylül darbesi ve sonrasında yapılan 1983 seçimlerinin ardından Türkiye hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecine girdi. Hepimizin evlerine televizyon girdi. Siyah beyaz televizyonlar zaten hayatımızda vardı. Lakin bu sefer de renkli televizyonlar ve ABD yapımı diziler hayatımıza girdi. Siyah beyaz izlemeye alışık olduğumuz ABD yapımı dizileri artık renkli izler olduk. Lakin kendi renkli dünyamızı siyah beyaz hale getirdik. Sosyal hayatımızı, komşuluklarımızı bir kenara bırakıp dikdörtgen bir kutunun bize sunduğu tüketim dünyasına kendimizi kaptırıverdik.

Peki, ne oldu? Orta yaş ve üzeri olan pek çok insanın beyaz perdeyle ilk defa tanıştığı, çekirdek çitletip, gazoz içerken, sevdiği sanatçıların filmlerini izlemenin keyfine vardığı bu mekânlar insanlığımız gibi kepenk kapatıp yok olup gitmiş durumda.

Her birinde ayrı bir yaşanmışlık olan bu yerler şimdilerde otopark, düğün salonu, halı saha, süpermarket ve apartman olarak yeni ziyaretçilerini ağırlıyor.

* * *

Geçen günlerde internette okuduğum “Eski filmler aile olmayı öğretirdi. Şimdiki filmler nasıl ayrı yaşanır, nasıl eş aldatılır. Onu öğretiyor!” sözü günümüzde geldiğimiz durumu özetliyor aslında.

Günümüz sineması ve dizi sektörü tam bir reyting yarışı içerisinde toplumu adeta esir etmiş durumda. Geçmişin zengin kız, fakir oğlan, zengin oğlan, fakir kız, fakir kız, fakir oğlan tiplemelerinin ve aile filmlerinin yerine nasıl kısa yoldan köşe dönülür, mafya, lüks, şatafat düşkünlüğü ve Türk toplum yapısı ile hiç de uyuşmayan birliktelikler adeta özendiriliyor. Şiddet ve aile düzenini tahrip etmeyi ise adeta sıradanlaştıran durumu söylemeye gerek bile yok.

Bu nedenle sinema veya adına dizi ya da film her ne derseniz deyin bunu bir endüstri veya eğlence aracı olarak kullanmak yerine Türk aile yapısını koruyan ve ülkemiz ile insanımızın üstlenmiş olduğu tarihsel misyonuna uygun yeni ve güçlü bir dil oluşturmalıyız.

En güzel günler sizlerin olsun.