Geçmişte yaşadığım anılarımı hatırlayarak, kendi varlığımı yeniden daha güçlü bir şekilde kazanmak istiyordum.
Bu anıları bazen bir kelimeye sığdırmaya çalışıyor, bazen de sayfalar dolusu yazarak geçmişe yollamak istiyordum. Geçmişe yolladığım her anı kendini unutturarak saklanıyor ve doğrudan bir şey hatırlamasam bile bir kokuyla, bir dokunuşla, bir kelimeyle hatıranın sahibi olan beni buluyordu. Geçmişi, inanmak istediğim şeylerle dolduramıyordum. Kendi hikâyemi o zaman aralığından çıkartmak için yılların beni acı bir şekilde büyütmesine izin vermem mi gerekiyordu?
Geçen gün arkadaşlarımla çocukluk fotoğraflarıma bakıyorduk. Her şeyimin değiştiğini ama yüzümdeki gülümsemenin aynı kaldığını söylediler. Demek ki yaşadığım tüm olumsuzluklara rağmen gülümseyişime zaman işlememişti. İçimde ne kadar fırtına koparsa kopsun, gülümseyişimi zamana karşı bir silah gibi kullanmayı öğrenmiştim. Bu hayatta hep elbiseler mi eskirdi, zamanın işlemediği gülümseyişimle zamanı eskitiyordum.
Bu yaşamdan öğrendiğim tek şey beni büyütenin yıllar olmadığıydı. Beni büyüten yıllar içinde yaşadığım olaylar ve yüreğimin görünmez duvarlarına atılan her bir çentikti. O çentiğin üstüne köprü inşa ederken, zamanın üstüne basa basa karşı kıyıya geçmeye çalışıyordum. Bu hayattan ne kazandıysam, ne kaybettiysem hepsini kabul etmiştim. Kabullenmekten başka ne yapabilirdim ki? İçimin iplerine kaç düğüm daha atabilirdim ki?
Nasıl bir hayat yaşarsam yaşayayım, geçmişte ve geleceğe dair yaralarım vardı. Kimileri farkındadır kendindeki hasarın, kimileri değildir. Ama ben yaşamımın önemli bir bölümünü o hasarların izlerini örtmeye harcıyor, hatta zaman içinde bunlar üzerinden kabuk değiştirmeye çalışıyordum. Tahmin edemiyordum, bir gün yengeçler gibi kabuk değiştirdiğim bir dönemde, zayıf ve savunmasız anımda her şeyin bir sonla noktalanacağını... Yaralarıma yenilmemek için yazıyor, okuyor, başka insanlardan fikirler alıyordum.
Bazen geçmişin kapalı odalarında zaman zaman yaralarımın sızladıklarını hissediyordum. Yalnızca insanlar büyüyordu, yaralar büyümüyor, hep o çocuk halleriyle kalıyordu. Beynimin en gizli korunaklı odasında saklanıyor, unuttum dediğim bir anda her şey bir kelime ve bir figürle canlanıveriyordu. Bu yaşamdan en çok ne istiyordum biliyor musunuz? İçime söz geçirebilmek. Kendi anılarım karşısında ruhum güçlenene kadar, kendi varlığımı yeniden kazanabilmek.
Benim bu hayatta en beğenmediğim özelliğim; herkesi kendim gibi bilmek oldu. Oysa ki hiç kimse benim gibi değildi. Hep bu yüzden yüzüme gülenlerin, sırtımdaki tırnak izleriyle yaşamaya çalışıyordum. Kendime bile hiç yalan söyleyemeyen ben, karşımda güvendiğim kişilerin her dediğinin doğru olduğuna hala inanıyordum ve sırtımdaki iyileşen tırnak izlerinin yerine yenileri açılarak hala sevdiğim insanın bir gün iyi olacağına kendimi kandırıyordum.
Ben bütün hayatım boyunca tükenmez hayallerle yaşadım. Buna bağlı olarak delirmek kuşkusunun zaman zaman içimi yokladığı da oldu. Hayata derinden küsmekle ona delicesine tutunmak arasında gidip gelen bir kadındım ve ancak bazı şeylere hayal kurarak katlanabiliyordum. Onun için içimde iki kişi birden yaşıyor ve bu nedenle bir gün kendimin tuzağına düşecek bir şey yapmaktan korkuyordum.
Korktuğum şey başıma gelmişti ve ben tuzağa düşmüştüm. Boşanalı beş yıl olmuştu ve o beş yıl boyunca zamanın akrebinin canımı acıtmasına bir ses bile çıkartamamıştım. Beş yıl boyunca beni arayıp sormayan, tesadüfen bir yerlerde karşılaştığımızda, sadece tehditlerini savuran adam evimin kapısına kadar gelip, biraz konuşmak istiyorum diyerek, vücuduma oğlumun gözleri önünde bıçağını savurmuştu. Bunu bir zamanlar beni deli gibi sevdiğini söyleyen adam yapmıştı. Sahi sevmek neydi?
İçimin varamadığı o yere kelimelerim benden önce varamıyordu. Kelimelerim, benden önce ona varamadığı için, vücuduma açılan delikleri o kelimeleri yazan ellerimle kapatmaya çalışıyordum.
Bir zamanlar uzun bir yola çıkmaya gönüllü olduğum adam da kendi süratime çarpmıştı. Bundan sonra her şeyin güzel olacağına dair birbirimize sözler vermiştik. Ben verdiğim sözü tutmuştum ama o hiçbir zaman tutmamıştı. Bir gün birden bire köşe başında onun başka bir suretiyle savaşmaya başlamıştım. Kendime çarpıyor, savaşıyor ama bir türlü galip gelemiyordum. Ne yaparsam yapayım, pencereme yansıyan resimleri o aralıktan alamıyor, canımı her acıdığında geçmişin duvarlarına gidip gidip ağlıyordum. Yüreğimin kanayan yerini, çocuğumun gece açılan üstünü örter gibi örtemiyordum. Ne zaman içime bakmaya çalışsam o boşluğun beni yok etmeye çalıştığını hissediyordum. Sonsuzluk gibi susuyordum. Ama sustuklarımın sesini kimselere duyuramıyordum.
Vücudumdan yavaş yavaş beni hayata bağlayan bağların birer birer koptuğunun feryadını hissediyordum. Vücuduma bıçağı saplarken “ sen bunu hak ettin “diyordu. Yaşamdan, benim hak ettiğimi düşündüğüm şeyler bunlar olamazdı.
Her gün gazetelerde kadınların eski kocaları tarafından öldürüldüğünü okuyordum. Bu gün de ben ölüyordum, yarın da bir başka kadın ölecekti. Ama kimse bu olanlara “dur” demiyordu.
Hey! Oralarda bizim sesimizi, sessizliğimizi duyan kimse yok mu?