Yıl 1981, cezaevindeyim. Hücrelerin bulunduğu yer derin bir
bodrumda uzun bir koridor. Yanılmıyorsam karşılıklı sekizer hücre. Mazgal
demirleri var. Bir sıradaki sekiz tanesinin mazgal demirleri kaldırılmış,
koridor ortadan ikiye, bir perde duvarla ayrılmış. Ama giriş kısmı ortak, çünkü
bir tuvalet var ve herkes kullanıyor.
Mazgal demirleri kaldırılmış hücrelerin içine ve dışına iki
katlı ranzalar konulmuş. Ağaçtan yapılmış ama kenarları çok keskin. Yanlışlıkla
çarparsan çiziyor, yaralıyor.
Diğer hücreler, koğuşlardaki tutuklulara verilen hücre
cezası için kullanılıyor. Hücre cezası alanlara neler yapıldığı ise, gözetim
altında kalanlarca az çok bilinir. Çorumlu'ların da çoğu bilir bunu...
Burası askeri gözetim altı olarak kullanılıyor. Tutuklama
kararı verilenler yukarı koğuşlara çıkarılıyor, tahliye olanlar gidiyor.
Bu benim ikinci girişim. Gece evden alındım, siyasi şubede
sorgulandım, gözaltına alınmak üzere cezaevinin askeri bölümüne teslim edildim.
Gözaltı olarak kullanılan hücrelere giderken kapılardan bir
eğilerek, bir dik olarak geçiliyor.
İçeride tanıdıklar var. Kapı açılırken içerdekiler tek sıra
halinde sayım durumuna geçiyor. Yeni gelen, koğuş sorumlusuna teslim ediliyor.
Koğuş sorumlusu, rahmetli Ünal Şen. Teslim töreni bitti. Hoş geldin vs. tanışma
merasimi de bitti. Ünal Şen, "kızmazsan bir şey söyleyeceğim" dedi.
Kızmam, söyle dedim. "Yahu geldiğine sevindim" dedi.
Cezaevi öyle bir yer ki, kimsenin düşmesini istemezsin ama
tamdık biri gelince sanki moral ve cesaret veren bir duygu oluşuyor. Anlatması
zor, hem de çok zor bir duygu... Bunu, ancak cezaevine düşen bilir.
İçeride 20-25 kişi varız. Ama bu sayı sürekli değişiyor.
Özellikle akşam yemeğinden sonra gençler, "Haydi Ünal abi" deyip bir
köşeye çekiliyorlar. Ünal ne anlatıyorsa gençler gülüp duruyorlar. Aşağı-yukarı
her gün böyle.
Bir gün merak ettim, sordum Ünal'a. "Yahu siz ne
yapıyorsunuz orada? Gülüşüp duruyorsunuz?'' dedim. "Ne yapayım bana fıkra
anlattırıyorlar. Çocuklar, hem gülüyor hem de rahatlıyorlar" dedi.
"İyi de hergün hergün bu kadar fıkrayı nereden buluyorsun"
dedim. "Bir kısmını da ben uyduruyorum" dedi.
Ünal Şen'i tanıyanlar bilir; güzel konuşur, güzel anlatır ve
de herkese dinletirdi. Böyle bir özelliği vardı. Birikimliydi, mücadeleciydi,
milletvekili olmaya uygundu ama olamadı.
Ünal tahliye oldu, kapıdaki asker yani komutan, koğuş
sorumluluğunu bana verdi. Burada her askere komutanım diye hitap edilir.
Koğuşta çok yaşlı, Trabzonlu biri vardı. 80 yaş civarında.
"Kuran Kursu makbuzu" satarken yakalanmış ve gözaltına alınmış.
Arayanı-soranı yok, geleni-gideni yok. İhtiyacını biz karşılıyoruz.
Gözaltında 10 kişi kaldık. Kimi tutuklandı, kimi
salıverildi, kimi de başka illere gitti. Günde üç yoklama yapılıyor. Kapı
tıkırdadığında tek sıra oluyoruz; ben başta, "1,2,3— 10 sondur
komutanım" deniyor.
Gençler bir muziplik düşünmüş. Hocam dediler, "Bu amca
hep ortalarda duruyor, bir gün de sonda olsun, 'sondur komutanım' sözünü o
söylesin". Maksat komik bir duruma düşürmek. Olmaz dediysem de ısrar
ettiler ve peki dedim. Akşam yemeğinden sonra karar aldık. Her gün farklı bir
kişi sonda olacak. Trabzonlu amca itiraz ettiyse de kararı uygulamaya koyduk.
3. gün sıra Trabzonlu amcada.
Trabzonlu amcayı bir ateş bastı. Gece yatakta battaniyeyi
kafasına çekiyor, "ondur sondur komutanım, ondur sondur komutanım..."
diye sürekli tekrarlıyor. Çünkü söyleyemezse asker gardiyan çok hakaret ediyor.
Bana sürekli, "bu sıralamadan vazgeçsek" diyor ama
bir kere karar aldık. Sıranın ona geleceği günün gecesi hiç uyuyamadı.
"ondur sondur, ondur sondur, ondur sondur..." diye dönüp duruyor.
Gençlere, "adama çok işkence yaptık, sırayı bozacağım, yeter çektiği
eziyet" dedim, itiraz ettilerse de dinlemedim.
Trabzonlu'nun yanına gidip "bu sıralamayı kaldırdık, en
sona yine bir genç gelecek" dedim. Nasıl rahatladı, görmeye değer. Dua
üstüne dua. Sanırım o gece ilk kez çok rahat uyudu.
Bir gün, "Sami bey çok üşüyorum, bir battaniye daha
alamaz mısın?" dedi. Çünkü kışın ortası. Kışın iki battaniye veriyorlar
ama içeri çok nemli, havasız, buz gibi. Duvarlara el değmiyor. Yine de 80
yaşındaki bu insan, o soğuğa iyi dayanmış! Kendimdeki bir battaniyeyi, bir de
görevli askerden istediğim battaniyeyi verdim. Biraz rahatladı.
Her yoklamada asker gardiyan sayım alırken, sıra
Trabzonlu'ya gelince, "cennete gideceksin ha, tuu sana, sen adam mısın
lan, şuna bak şuna, bir de cennete gidecekmiş ...." diye sürekli hakaret
ediyordu. Bu durum bizleri de çok üzüyordu.
Bir gün, "Sami bey, bunlar bana bu sözleri söylemeseler
de sabaha kadar işkence yapsalar, vallahi dayanırım. İnancıma niçin böyle
hakaret ediyorlar? İnancımı niçin bu kadar aşağılıyorlar? Bu sözler beni çok
incitiyor, bu hakaretlere dayanamıyorum" dedi.
İçim burkuldu, duygulandım bir şey diyemedim, yalnız yüzüne
bakabildim. Gözleri buğulanmıştı. Ancak, üzülme bunlar da geçer diyebildim.
Cezaevi öyle bir yer ki, siyasal ve inançsal farklılıktan
öteleyen, insanî fonksiyonları daha çok ortaya çıkaran bir halk okulu gibi...
Ve bir gün tahliyesi geldi Trabzonlu'nun. Yolcu ederken
yüzümü, gözümü öpüyor, "Sami bey burada sizinle birlikte yaşadıklarımı,
burada gördüklerimi nasıl unutabilirim, bilemiyorum" dedi. Gözleri yaşardı
ve öylece gitti.
80 yaşındaki bu adamın yüzündeki o sevinçle karışık, o
hüzünlü ve de o acı ifadeyi hiç mi hiç unutamadım...