Dün sabah bir televizyon kanalı; “…Uzun süredir yatalak durumda olan Müzeyyen Senar’ın, konuşma yeteneğini tümden kaybettiği, daha iyi bakım için huzurevine kaldırıldığı…” haberini verdi.
Kahvaltı sofrasına yeni oturmuştum. Boğazıma dizildi lokmalar…
… …
Şimdi birileri çıkıp da; “Ülkenin ya da dünyanın, lokmaları boğaza dizecek kadar üzecek tek olayı bu mudur?” demesin.
Bir başkası için, yaşanan bunca elim ve vahim olaylar arasında, bu olayın haber değeri bile yoktur belki.
Ama benim için vardır.
Bana gözyaşı döktürecek kadar önemlidir bu olay.
Başka Müzeyyen Senar’lar yetişmiyor, yetiştiremiyoruz çünkü
* * *
Can Dündar’ın yazısıydı galiba.
Ne için, kim için yazmıştı, tam olarak anımsayamıyorum ama şöyle diyordu, o yazısında; “Daha çok sesiyle tanıdığınız birinin sesini kaybetmesi, onu kaybetmeye denktir.”
… …
Evet, sesiyle tanıdığımız birinin, sesini yitirmesi…
Artık şiir yazamayan bir şair gibi…
Ya da koşamayan bir atlet...
Çizemeyen bir ressam...
Kurumuş bir nehir...
Çölleşmiş bir orman gibi.
Hele de o ses, yıllarca hüzünlerimizi şarkıların diline çevirmiş; coşkularımızı seslendirmiş; hafızalarımızın en derin yerlerinde iz bırakmışsa; “ses”sizlik, ölümden de beter hale gelir.
Besteleriyle, güfteleriyle, şarkılarıyla, türküleriyle nice sanatçılar taht kurdu gönüllerimizde.
Sesi güzel, diksiyonu güzel, Türkçesi güzel, müzik bilgisi güzel nice sanatçıları izleyip, dinledik.
Ama hiçbirinin sesi ve soluğu, Müzeyyen Senar’ın sesi ve soluğu gibi damarlarımızda dolaşmadı.
Şarkılarla konuşan kadındı O…
Cumhuriyet’in divasıydı.
* * *
Cumhuriyet’ten beş yıl önce doğmuş.
Dedemlerin, ninemlerim kuşağı yani.
Rahmetli dedem, babam, amcam; her yerde, her zaman, “Müzeyyen Hanım” diye söz ederlerdi ondan.
Diğer sanatçılar, adıyla ya da adı ve soyadıyla anılırken; O hep, “Müzeyyen Hanım” olarak anıldı evlerimizde.
Hep saygın oldu, hep saygın kaldı.
Öyle gördük, öyle yetiştik; biz de öyle andık, anmaya da devam ediyoruz.
O günlerden bugünlere şöyle bir bakıyorum, boşluğunu doldurabilecek bir sanatçı var mı diye; “şu olur” diyemiyorum.
Yeri doldurulması mümkün olmayan, büyülü bir kişilik, büyülü bir sesti O.
“Benzemez kimse sana”, “Kimseye etmem şikayet”, “İzmir’in kavakları”, “Haydar haydar” derken; damarlarımıza girerdi, büyülenirdik sanki...
Radi Dikici’nin kaleme aldığı, her sayfası eşsiz öykülerle süslü harikulade biyografisini okurken (Cumhuriyet’in Divası, Remzi, 2005), sesindeki yangının nedenini çözmüştüm. Müzeyyen Hanım için şarkı söylemek, varoluş biçimiydi.
Çocuk yaşta, anlaşılmaz bir nedenle kekeme olmuştu. Konuşurken derdini anlatmakta zorlanıyor ama şarkı söylerken bir zorluk hissetmiyordu.
Sonunda şu karara vardı ki; “Tanrı, şarkı söylemesi için kekeme olmasını istemişti.” Bundan böyle O, notalarla konuşacak, anlatmak istediklerini, şarkılara dökecekti.
Bazı heceleri kekelemeden söyleyebilmek için gırtlaktan farklı sesler çıkarmak durumunda kalıyordu.
Bir zorluğu aşmak için geliştirdiği bu yöntem, öyle çatallı, öyle gürüldeyen bir ses yarattı ki, dinleyenlere “Benzemez kimse sana” dedirtti.
Kitapta, hangi acıların boğazına düğümlendiği, ses tellerine nasıl yansıdığı anlatılmış...
Acılar yoğurmuş, acılar renklendirmiş sesini...
Çocuk yaşta, annesi evi terk ettiğinde, yatağında şarkı söyleyerek ağlamış ilkin...
Sonra, üzüldükçe şarkı söylemeye, kendini bestelerle avutmaya, güftelerden teselli bulmaya başlamış.
Böylece şarkıları, gözyaşlarının da kahkahalarının da yerine ve önüne geçer olmuş.
Nice elemle kavrulup, nice yangının içinden geçmiş; hasretin, şöhretin, ihanetin alevinde demlenmiş.
Bundan sonra plaklarda yaşayacak o sesin her dinleyişte bizde yarattığı hüzzam etkisi, muhtemelen ses tellerine sinen bu hicran seyahatinin mahsulüdür.
“Ölürsem yazıktır, sana kanmadan” diye başladı mı, aynı sesten üremiş, çoğalmışçasına duygudaş oluruz birden...
“Eğilmez başın gibi, gökler bulutlu efem…” dedi mi; ayırdında olmadan kollarımız, efe oluruz her birimiz…
“Bende hicran yarasından da derin bir yara var” dedi mi; yaralanırız, hicran yarasından da derin kesilmişçesine tenimiz...
90 yıllık o ses, farklı yönlere savrulmuş hayatlarımızın buluşma noktasıdır.
Böyle bir ses sustu işte.
Konuşamıyor, hareket edemiyor.
Böyle bir durumda “Allah kurtarsın” demekten başka bir şey gelmiyor elimden.
İçim yanıyor.
Ben de konuşamıyorum.