Tüylerim diken, diken oldu,
deriz…
Bu bir sonuçtur... Bir tepki…
Sebep…
Ya üşümüşüzdür, ya da bizi
duygusal olarak etkileyen bir söz veya olaya karşı vücudumuz tepki
göstermektedir.
Tıpkı mikrobik bir
rahatsızlığa karşı vücut ısımızın yükselmesi gibi…
Örneğin, çocuklarda yüksek
ateş “havale” denen tehlikeli bir sona gidebilir. Yapılacak ilk hamle yüksek
ateşe karşı çocuğu soğuk suya sokmaktır.
Ancak…
Ancak, yüksek ateşe sebep
olan hastalık teşhis edilemez ve tedavi yapılamazsa vücut ısısı yeniden
yükselecektir.
Toplumlar da bileşenindeki
insanlar gibidir. Tüyleri diken, diken olur, ayağa kalkar… Ateşi yükselir.
Toplumsal ölçekte rahatsızlık
teşhis edilemez ve gerekli tedavi yapılmazsa varılan sonuç büyüyen hasar raporudur.
Hastaya “kültür” denen tahlil
yapılarak hastalığa hangi mikrobun neden olduğu ve bu mikroba hangi antibiyotik
grubunun verileceğinin saptanması gerekmektedir.
Aksi takdirde yapılan yanlış
tedavi hastanın sakat kalmasına ve hatta ölümüne dahi neden olabilir.
Hedefi doğru saptanmayan
kitlesel hareketler de nedeni teşhis edilemeyen ve yanlış tedavi edilen
hastalıklarla benzeşmektedir.
Yakın tarihimizdeki en
belirgin örnek 2007 Cumhuriyet mitingleridir. Katılan kitlelerin önüne tek
hedef konulmaması, önderlik zafiyeti, dağın fare doğurmasına sebep olmuştur.
Mitinglerin karşı tepkisi ise
2007 genel seçimlerinde AKP’nin oy oranını arttırmasıdır. Mitinge katılan
kitlelerde yaşanan hayal kırıklığı ve yılgınlık ise cabası…
Yakın zamanda 1 Mayıs, 19
Mayıs, 23 Mayıs kitlesel eylemleri sebep-sonuç ilişkisi ve önderlik bağlamında
analiz edilmez ise yanılgı kaçınılmaz olacak ve beklenen hamleler ötelenmiş
olacaktır.
Tekel işçilerinin Ankara’daki
şanlı direnişini hatırlayan var mı? Bıçağın artık kemiğin içinde dönmesiyle
kendiliğinden oluşan bir sosyal direniştir. Sonuçlarından gerekli siyasi
dersler çıkartılmadığı sürece bu ve benzeri sonuçlar bir tekerrür olarak
yaşanacaktır.
Gelelim 1 Mayıs’a…
Bu anlamlı günün
emperyalizmin bölücü dayatması için nasıl “demokratik” olarak kullanıldığını
Banu Avar’ın yorumundan okuyalım.
“Demokrasi Projesi”
emperyalizmin en önemli projelerindendir. Amacı, hedef ülkelerde Sivil Toplum
Örgütleri’ni kullanarak, ‘demokrasi, özgürlük, insan hakları’ diyerek
toplumları bölmek, emperyalizmin maşalarının özgürce hareketini sağlamak,
bölücü unsurları GERÇEK MUHALEFET’in yerine geçirmektir.
Toplum kendini ‘ÖZGÜR’
zanneden KÖLELERDEN oluşacak; küresel güç odakları tankla, topla değil,
muhalifmiş gibi görünen STK’lar (sendikalar, partiler, eğitim kurumları) MEDYA
vasıtasıyla toplumu dönüştüreceklerdir. Bu daha ucuz ve kalıcı bir yöntemdir.
Hedef ülkelerin zayıf
noktaları tespit edilir. Türkiye için bunlar; Kürt-Türk, Alevi-Sünni,
Laik-Müslüman çelişkisidir. 17 Avrupa ülkesinde yüzlerce üst düzey yöneticiyle
yaptığım röportajlarda bu sıralama yüzüme söylenmiştir. Kaşıyacakları konular
içinde bunlar en önemlileridir.
İktidar ve sözüm ona
muhalefet dış odakların rehberliğinde toplumu bölme ve çarpma işlemini uzunca
bir zaman gözümüzün önünde gerçekleştirmektedir.
Yöntem hiç değişmez… ‘Yeni
Anayasa’ ya da ‘Yeni Yargı Sistemi’ için nasıl bir yol izlendiyse, 1 Mayıs’ta
işçi yürüyüşü için de aynı yöntem izlenmiştir.
‘Eski’ olan değişecek, yerine
ona rahmet okutan yenisi geçecektir. Yasaklar kalkacak ‘özgürlük’ gelecektir!
“Taksim işçiye açılacak, 1
Mayıs Taksim’de kutlanacaktır!’
Sendikalar 1 Mayıs’ta
meydanlara çıkacaktır… Ama bir şart vardır.
Ancak…
Taksim, adına layık
olunacaktır! Alan Kürtçü propagandaya teslim olacaktır. Türkiye’nin taksimi
için yürüyüş Taksim Meydanı’nda başlatılacaktır.
Geldik 19 Mayıs’a…
“Kurtuluş mücadelemizin genç
nesillere anlatıldığı, ulusal birlik ve bütünlüğümüzün temel taşlarından olan
ulusal (milli) bayramlarımız, 5 Mayıs 2012 Cumartesi günü Resmi Gazete’de yayınlanan
bir yönetmelikle kaldırılmış, genç nesiller ve halkımızla bağı koparılmıştır… “
dedikten sonra Figen Özen şunları saptayarak kayıt düşmüştür.
“Görüldüğü gibi, ortak milli
değerlerimiz, yıkım noktasındadır.
Ağlamak, sızlanmak, şikâyet
etmek çare değildir. Teşkilatlanma zamanıdır.
19 Mayıs artık sadece bir
bayram değildir. 19 Mayıs 2012 Cumartesi günü yeni bir işgale direnişin
başlangıcı olmalıdır.
Bu kez bağımsızlık ateşi
yalnız Samsun’da değil, her şehirde yakılmalıdır.
Vatan ana, bir kez daha çocuklarını
çağırmaktadır. Vatan ananın bağrına dayanan hançeri söküp atmak bizim görevimiz
olmalıdır. “
19 Mayıs’a, her bakan ne
yazık ki kendi penceresinden gördüğünü büyütmüştür. 2007 mitinglerinde görülen
kitle tabanı genişliği, parçalı olarak sağlanmıştır. Her türlü etnik, dini,
siyasi ayrılığı öteleyerek birlik tek parçada oluşturulamamıştır. “Benim
partim, benim derneğim” olgusu bütün vahşet ve dehşetiyle yaşanmıştır.
Gelinen noktanın vahametini
idrak eden bir bakışın eksikliği güne damgasını vurmuştur.
19 Mayıs’ın karşıdevrimin
iktidarında resmi bayram olmaktan çıkarılmak istenmesi, milli bayramların
içinin boşaltılması hamlesidir. Zamanlaması muhteşemdir. 2013 19 Mayıs’ında
nasıl bir kitlesel katılım olur, bunu düşünmek bile istemiyorum.
AKP yönetmelik değişikliği
yaparak kendi hamlesini yapmıştır. Ancak, karşı hamle parçalı bulutludur.
“Benim partim, benim derneğim” olgusu öylesine önemlidir ki, aynı safta
birlikte yürüyen(!) ulusal güçler milli birlik düşünsel ve eylemsel alanda
gerçekleşememiştir.
AKP, siz bunu emperyalizm
olarak da okuyabilirsiniz, esas verimini sıradaki milli bayramlarda devşirmek
için ağzını açmış beklemektedir.
Ne var sırada?
30 Ağustos… 29 Ekim… 23 Nisan
ve yeniden 19 Mayıs…
Bu 19 Mayıs’ta yaşanan
parçalı bulutlu, “benim partim, benim derneğim” ölçekli tepkiler, durum
saptamaları, gelen milli bayramlarda
katılımın düşmesiyle sönük ve yine dağınık geçerse kazançlı çıkan emperyalizm
ve işbirlikçileri olacaktır.
Baş çelişme, baş düşman
saptamasında yapılan hatalar ve bir türlü algılanamayan ittifaklar stratejisi,
yapılan yıllanmış hatalar ve bu hataların uzantısı “benim örgütüm, benim
partim” takışmaları milli birlik ve direnişin önündeki en büyük engeldir.
Kemalist Devrim sürecini
doğru okuyup anlamadan, 21. yüzyılın baş çelişme ve baş düşman saptamalarını
yapmadan gerekli ittifakların sağlanması siyasi önderlik olmadan ne yazık ki
mümkün değildir.
Bu yazıyı yine Figen Özen’in
çok kullandığı ve altını defalarca çizdiği bir söylemle bağlamak gerekmektedir.
“Küçük bir azınlık dışında
ülkedeki tüm milli güçlerin aralarındaki siyasi, etnik, dinsel ve mezhepsel tüm
ayrılıkları öteleyerek, milli birlik için bir araya gelmeleri bir
zorunluluktur.”
O zaman baş düşman saptaması
doğru yapılarak, ittifaklar stratejisi sağlanarak doğru bir siyasi önderlik
sağlanacaktır.
“Savunma dönemi bitmiştir.
Şimdi taarruz dönemi.” (!)
Savunmanın alt yapısı
hazırlanmadan, asla taarruza geçilemez. Bunun en güzel örneğini Mustafa Kemal
Paşa, Samsun’da başlayan İstiklal Yolculuğu’nda vermiştir.
Taarruz, sizin en kuvvetli
düşmanın en zayıf olduğu zamanda yapılır. Taarruza geçecek kuvvetleri
örgütlemeden yapılacak her hamle kesin yenilginin başlangıcıdır.
“Artık savunulacak bir
cumhuriyet kalmadı. Görevimiz Cumhuriyet’i yeniden kurmaktır.”
Tırnak içindeki söylemler
Mustafa Kemal Paşa’nın soyadını taşıyan derneğin Genel Başkanı Sn. Tansel
Çölaşan’a aittir. ADD Genel Başkanı’nın Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “sonsuza
dek sürecek” şeklinde tanımladığı Cumhuriyet’i yok sayması vahimden de öte bir
düşünce boşluğudur.
O zaman yapılacak tek şey,
emperyalist saldırıyı doğru tanımlayıp, taarruza hazırlanmadan önce savunmayı
iyi yapmaktır.
Sn. Çölaşan’a bir hatırlatma…
Mustafa Kemal’in Türk milleti ile birlikte kanla, irfanla ve devrimle kurduğu
Cumhuriyet ayaktadır ve yıkılmamıştır.