"Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış…”
Yannis Ritsos

1 Eylül “Dünya Barış Günü’nde ülkemize ve bölgemize baktığımızda, barışın bugün için olanaklı olmadığını görüyoruz. Bilindiği gibi 7 Haziran 2015 tarihinde bir genel seçim yaşadık. Bu seçimde halk, siyasi partilerin hiçbirine tek başına iktidar şansı vermedi. Seçimin en önemli mesajı ise, “Yeter artık! Çok kavga ettiniz, oturun konuşun, anlaşın!” mesajıydı… Ama seçimin bitmesinin hemen ardından Güneydoğu yeniden çatışma alanına dönüştü.
Medya organları her gün ölüm ve çatışma haberleri vermeye başladı…
SURUÇ’ta 32 kişinin ölümüyle, “eyvah!” dedik... Bu durum, 1990’lı yılları yaşayanları, belleklerinde faili meçhuller, olağanüstü hal ve sıkıyönetim yıllarına götürdü...
Ardından polis ve asker ölümleri… Her biri toplumun yüreğine paslı bir hançer gibi girdi. Üzgün, şaşkın, umutsuz, öfkeli bir şekilde savrulduk…
Terörün asıl amacı da; toplumda tam da bu yılgınlığı yaratmak istemesiydi. Yani yüreğimizdeki, “Umut’u alıp yok etmekti…” Bu arada siyasette koalisyon arayışları, “uzlaşmaz tavır, siyasal körlük ve daralma içinde” sonuçsuz kaldı.
Hani politika, var olandan, daha güzel, yaşama biçimleri üretme sanatıydı. Olmadı, olamadı… Ülke koşullarını, bölgede olan biteni, dünyayı doğru okuyamayan, siyasilerle de olacağı yok!
Ülkede yeniden seçim kararı alınırken;
-Terör ve ölümler devam ediyor...
-Kardeşini kaybeden, Yarbay Mehmet Alkan, toplumun bilinçaltını seslendirerek, ezberleri bozup, "KRAL ÇIPLAK" dedi...
-Yaşamını kaybeden Astsubay Kenan Ceylan'ın, sazıyla çalıp söylediği, "SEN BENDEN GİTTİN GİDELİ "türküsünün sosyal medyadaki görüntüsü yürekleri dağladı.
-Halkımız Güneydoğu’da 30 yıldır devam edan çatışmalardan ölümlerden, zulümlerden, yorgun, bıkkın…
- Gençler, kadınlar daha da kötüsü çocuklar ölüyor.
Ana- babalar evlatsız, gelinler kocasız, çocuklar babasız kalıyor.
Değişmeyen tek şey, Türkçe –Kürtçe ağıtlarla analar hep ağlıyor!
Ne yazık ki! Kaç kuşaktır anaların ağıtlarının tanıklarıyız…
ACI HER DİLDE AYNI!
Ölüm yorgun, ölerek yaşamayı öğrenmek, çok acı!
Acılarımızın dinlenmeye gereksinimi var, hem de acilen!
-Bu arada siyasiler çok uzun yıllardır dinlemekten usandığımız gerici, arkaik ve nefret dolu söylemleriyle rutin konuşmalar yapıyorlar...
- Yine bu ülkede bir tarafta, kendini ilerici ve devrimci olarak tanımlayanlar, “DEVRİMCİLER ÖLMEZ” diyor.
-Diğer tarafta ise, kendini milliyetçi, muhafazakâr, dindar olarak ifade edenler, “ŞEHİTLER ÖLMEZ” hamaseti yaparak ölümü kutsuyorlar...
Böylece, yaşamın tek gerçekliği olan, "ÖLÜM" üzerinden yalanlar söyleyerek, ölümü kanıksatmak ve kutsamak cabasındalar ki bu çok kötü ve tehlikeli!
Oysa ki kutsal olan, “ YAŞAM HAKKIDIR”.
Bu yaşananlarla birlikte, bulunduğumuz coğrafya güzel ama sorunlu bir coğrafya… Komşu olduğumuz Ortadoğu ülkelerinde savaşlar, ülkemize savaştan kaçan mülteci akını var…
1 Eylül Dünya Barış Günü’nün doğuşuna baktığımızda; 1 Eylül 1939 tarihinde Nazi Alman orduları Polonya’ya saldırarak 20. yüzyılın en kanlı, en kirli savaşını başlatmıştı. Milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına neden olan bu savaşın başlangıç günü olarak kabul edilen 1 Eylül “Dünya Barış Günü” olarak anılmaktadır. Savaş sözcüğü, harflerden oluşan bu tanımdan çok daha öte bir anlam taşır. Savaş, insan ölümü, yaralanma ya da sakat kalma yanı sıra; aile, yakın ve dost kaybetmek, korku, acı şiddet ve gözyaşı demektir. Savaş, yalnızca geçmişteki ya da bugünkü acı değil, süreğen etkisiyle sonraki kuşakları da etkileyecek ağır bir travmadır. Savaş; ölüm, sakat kalma, açlık, gözyaşı, hüzün, korku, yoksunluk, yoksulluk, şiddet, kimsesizlik vb. demektir. Savaş, birçok ruhsal bozukluğun tetiklenmesi, saldırganlık ve öldürme dürtüsünün artması, bireyin kendine ve topluma yabancılaşması demektir. Savaş, sadece insanı değil, doğa, hayvan, bitki ne varsa, yakıp yok etmekte, uzun yıllar çayır çimen, ot, çalı bile yetişememekte, börtü, böcek, yılan, çıyan canlı yaşamamaktadır. Savaşlara ne kadar kutsallık ve başka değerler yüklense de, “insanlığın kaybettiği yerde kazanan olamaz”. Ortadoğu’da bizim de komşularımız olan ülkelerde, din, etnik köken adına savaş, ölüm, kan gözyaşı devam ediyor. Birçok çocuk bombalamalara maruz kalmakta, sıklıkla cinsel ve fiziksel istismarın kurbanı olmaktadır. Bu örseleyici yaşantıların çok uzun süren, sağlıklı gelişmeyi engelleyen ruhsal toplumsal sorunlara yol açtığı bilinmektedir.
Savaşta çocuk olmak; “çocuk olamamak, doğarken ihtiyar olmak, oyuncaksız, oyunsuz olmak, ninnisiz uyumak, topla, tüfekle, tankla uyanmak, taş, toprak, sapan, top, tüfek, mermi kalıntılarıyla oyun kurmak” demektir.
Savaşta çocuk olmak; “gözde yaş, yürekte acı ve korku büyütmek” demektir. Günümüzde savaşı ve şiddeti ortadan kaldırmak, travmaları ve yaraları sağaltmak için; “barış isteği cılız bir çığlık değil, kin, öfke ve ölümü kutsayan anlayışı aşıp geçecek, gür bir haykırış olmalı!”
Nazım Ustanın dizelerinde olduğu gibi,
"Yeter ki, kararmasın sol memenin altındaki cevahir"
FİGANDIR
Toz-duman günlere uyanırken ülkem!
Yazılır,savaşnameler yeniden,yeniden...
Oysa,yatmamıştır çoğu sevgilinin koynunda.
Doymamıştır,anaya babaya!
Yakışmaz ölümler...
Bu gelen fidandır,figandır ah,bu gelen...
Bu gelen figandır,fidandır ah,bu gelen!
Yere batsın silahları,cebi şişkin baronların...
Evlerine ateş düşer,hep anası ağlar yoksulların!...
Sürmeli gözlü,beyaz leçekli,allı yeşilli yemenili...
Çürür mendilleri,kan kusar gözleri!
Bu gelen fidandır, figandır ah, bu gelen...
Bu gelen figandır, fidandır ah, bu gelen...
Kalmaz tutunacak bir çıngısı...
Kusuyorsa ölümü şuşu-busu!...
Bil ki ,alçaklıktır bin yıllık ölüm öyküsü!
Kutsal olan ise yaşamın ta kendisi,
Öyleyse çok gür çıkmalı,barışın sesi!....
Bu gelen fidandır,figandır ah,bu gelen...
Bu gelen figandır,fidandır ah,bu gelen...