Ülkelerin onuru, gururu yetiştirdikleri değerlere gösterdikleri saygı ve önemle koşuttur…

Şair Nazım Hikmet Ran, yaşama gözlerini savaş yıllarında açmış, ilk gençlik şiirlerinden birisini de Çanakkale’de ölen dayısı için yazmıştır. Balkanlarda başlayan, Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan göç, yoksulluk ve çocuk ölümleri, yazdığı şiir ve destanlara yansımıştır… Yaşamı boyunca savaşa karşı çıkmış, barışı savunmuştur. Sanatı ile ülkemizi Dünya’da saygın bir yere taşımış, eserleri birçok ülkenin diline çevrilip, yüreklerde yer almıştır.

Ömrünün 12 yıldan fazlasını mahpuslarda geçirmiş olması; eserlerinin bambaşka duygularla beslenmesine, bezenmesine neden olmuştur. Yazdıkları sakıncalı bulunduğu için birçok insanın başı derde girmiş, şiirleri âşıkların mektuplarını gizliden-gizliye süslemiştir!

O hapisteyken, 2. Dünya Savaşı başlayıp, bitmiştir. Yeni tehditlere karşı dünyanın önde gelen aydın, sanatçı ve bilim insanları “Barış Güçlerini” birleştirerek konseye dönüştürmüşlerdir…

Dünya Barış Ödülü’nün ilkini alacak aydınlar içinde; Neruda, Picasso, Aragon, Yakubowska, Robeson ve Nazım Hikmet de vardır. Şairin eserleri, Dünya’da elden ele, dilden dile dolaşırken, o kendi ülkesinde yasaklıydı. Üstelik “Vatan Haini” damgasıyla vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Bu yüzden de “Barış Ödülü’nü” almaya gidememişti… Pablo Neruda: “ Hapisteki hücresi, gür sesiyle öyle bir yankılandı ki, insanlık duydu!” diyerek, onun adına ödülünü almıştı!

Nazım, son yıllarını kaçarak gittiği SSCB’nde geçirdi…

Şairin son aşkı ve eşi Vera Tulyakova, "Bahtiyar Ol Nazım" kitabında onunla yaşadığı mutluluk, acı ve gezi anılarını anlatıyordu:

“Kurultay, 12 Şubat 1962’de açıldı. Salon delegelerle dolu, sarı ve kara derili insanlar deniziydi… İlk kez, ben de yarı yasal olarak böyle olağanüstü bir toplantıya katılıyordum. Uzaktan önde, geniş ve güçlü boynunu görüyordum. Başkanlık Divanı seçimine başlamak üzereyken, Çin Delegesi ansızın kalktı ve şunları söyledi: “Şimdi burada bulunan bir yazarın oy hakkından yoksun bırakılmasını istiyoruz. Kendisi burada Türk Edebiyatının temsilcisi olarak bulunuyor. Nazım Hikmet’ten söz ediyoruz. Türk Pasaportu taşımayan, buraya Moskova’nın Pasaportuyla gelen bir kimse nasıl Türk Edebiyatının elçisi olabilir? Kendisinin delegelikten çıkarılmasını istiyoruz!”

Salona derin bir sessizlik çöktü.

Birkaç saniye sonra ilerideki sıraların ortalarından usulca çıktığını, acele etmeksizin kürsüye yürüdüğünü ve delegelerin önünde rahat, sakin, onurlu durduğunu gördüm. Bir süre sessizce insanların gözlerine baktın. Salondaki sessizlik daha da derinleşti…

“Sanıyorum ki, Asya-Afrika Yazarları Kurultayında Türkiye’yi temsil etmek hakkına, kendi halkının dilinde yazan bir yazar olarak ülkesinin edebiyatını temsil etme hakkına sahibim. Burada, yazarlar toplantısı yapılıyor, polis toplantısı değil! Ne yazık ki, Türkiye’de bugün benden daha iyi bir şair yok… Bundan da öte sanıyorum ki, salonda bulunanların arasında bugün dünyada en tanınmış şair benim!”

Alkışlar duyuldu…

“Eğer abartıyorsam ve herhangi bir kimseyi incittiysem, lütfen gelsin, sevinçle elini sıkmaya hazırım.”

Delegeler soluklarını kesmiş oturuyorlar, kimse yerinden kımıldayamıyordu…

“Öyleyse saygıdeğer yazar arkadaşlarım, beni sadece oy hakkından yoksun kılmamakla kalmayıp, şu anda başkanlık divanına seçmenizi istiyorum. Oyu, olumlu olanlar elinizi kaldırın, lütfen!”

Bir el ormanı yukarıya kalktı.

“Geçip, başkanlık divanına oturdun fakat eller hala yukarıdaydı. Sakindin ama bu zaferin sana neye mal olduğunu tahmin edebiliyordum.”

“Sen ki, evimize gelen kimi gençler tanışmak için ellerini uzatırken kendilerini: ‘Ben, şair filan, ya da falan’ diye, tanıttıklarında… Her zaman şaşırırdın! Onlara gizlemediğin bir ironiyle bakar ve şöyle derdin: ‘Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım ve kimi yazdıklarım hiç de fena değildir ama hiçbir zaman ‘Ben şairim’ diye kendimi tanıtmam. Bizde Doğu’da şairim demek; övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle aynı şeydir” derdin!

Dünyanın sanatının önünde saygıyla eğildiği "Mavi Gözlü Dev” Anadolu’da köy mezarlığında bir çınar altına gömülmeyi istemiştir. 3 Haziran 1963’de ölen Nazım son nefesine kadar “Memleketim” son satırına kadar “İnsanlarım” demiştir. Dilimizin büyük ustası hala son yüzyılın en büyük şairleri arasındadır. Türkiye'nin önemli bir değeridir ve öyle de kalacaktır.

Giderek hoyratlaşan, sanattan uzaklaşan dünyaya ve ülkemize yeni Nazım’lar lazımdır!

Şair, yaşamı boyunca barış şiirleri yazmış, “Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar/ Motorları Maviliklere Süreceğiz” demişti ama!

Haklısın, kandırılmışız yüreğim!

Nazım Usta bile yanılmış...

Yanıltmış, bizi!

"Güzel günler göreceğiz çocuklar,

Güneşli günler!”

Demişti, hani?

Özetletsek, yani...

Göremedik, be canım!

Çocuklar ölüyor, öldürülüyor...

Şeker de yiyemiyorlar…