Takvimler 3 Haziran 1963’ü gösteriyordu.
Yer Uşak. Akşam saatleriydi...30 yaşındaki Azime Karabulut, çocuklarının karnını doyurup uyuttuktan sonra bahçeye çıktı. İçinde nedenini bilmediği bir sıkıntı vardı.
Kalktı, kuyudan su çekip çiçeklerini suladı. Saatler gece yarısını gösteriyordu. Uykusu yoktu. Evin salonundaki radyoyu açtı, sürekli kanalları değiştirdi.
Birden... Radyo kanallardan birinde bir haber:
"Büyük Türk şairi Nazım Hikmet öldü."
Donup kaldı. Bahçeye zor attı kendini. Çocukluğundan beri şiirlerini her yerde arayıp okuduğu büyük şair ölmüştü işte.
Sessizce ağlamaya başladı. Öksüz kaldığını hissetti. O anda aklına, son dönemlerde sık sık okuduğu, korkusuzluğunu Nazım Hikmet’e benzettiği bir şairin adı geldi: Hasan Hüseyin Korkmazgil "BU ŞAİRİ TANIMALIYIM" kararını o gece aklına kazıdı.
Azime, o gece, ayın ve yıldızların altında Hasan Hüseyin ve Nazım’ın şiirlerini okudu.
Şafak sökmeye başlayınca korktu; ya Nazım Hikmet gibi Hasan Hüseyin’i de yok ederlerse, ya sustururlarsa?
Azime öğretmen, Uşak Lisesinde edebiyat öğretmeniydi.
O gün okulda ders yılı sonu sınavları vardı. Okula gitti. Acısını konuşacak kimsesi yoktu. Eve dönerken kararını verdi; Ankara’ya gidecekti; Hasan Hüseyin’i görecekti. Hiç tanımadığı, yüzünü görmediği, kim olduğunu bilmediği bir şairin elini tutacak, ona yalnız olmadığını söyleyecekti. Bir de merakı vardı; kanını tutuşturan sıcaklığı yaratan bu şiirlerin arkasındaki adam kimdi? Hemen o akşam gidecekti, gitmeliydi, yarın geç olabilirdi.
Kanatlanmış gibiydi. 5 Haziran sabahı Ankara’daydı.
Ankara kocaman bir kent. Hasan Hüseyin’i nasıl bulacak? Solcu şairi kim bilir; olsa olsa Türkiye İşçi Partililer. Parti binasından içeri girerken heyecanlıydı, saçlarının dibi, burnunun ucu terliyordu. Partililer bu manzara karşısında şaşırdı. Şairin nerede olduğunu bilemediklerini söylediler. Tam çıkacakken, adını sonradan öğreneceği şairin yakın arkadaşı Kemal Çiftler ile karşılaşması hayatının yönünü değiştirecekti.
Hasan Hüseyin iki hafta önce Ankara’dan gitmişti. Ne zaman geleceği belli değildi. Azime, tren istasyonunun yolunu tuttu, Uşak’a döndü. Sonrasında…
MEKTUPLAR... MEKTUPLAR
Temmuz ayının sonu; 27 Temmuz.
Hasan Hüseyin’den mektup vardı.
"Azime Karabulut merhaba!" Mektup beş sayfaydı.
"Sana ve senin gibi duyup düşünenlere binlerce selam. Sizlere layık olamamak korkusuyla titrediğimi duyuyorum. Ah, ne iyisiniz, ne yiğitsiniz sizler..." şaşkındı. Hem mektuba hem de coşkun bir sel gibi akan mektuptaki dizelere. Heyecandan ağladı. Hemen oturup yanıt yazdı. Bir de oğlu ve kızıyla çekilmiş fotoğrafı koydu zarfa. Yanıtı gecikmedi. Üstelik o da bir fotoğraf göndermişti. Azime, Hasan Hüseyin’i o fotoğrafta gördü ilk; gür beyaz saçları, basık izlenimi veren burnu... Heyecandan titriyordu. Yanıtını beklemeden ardı ardına mektuplar yazdı. Hasan Hüseyin de ilgisiz değildi.
Şairin ikinci mektubu "Sevgili Azime" diye başlıyordu.
Üçüncü mektubunun tarihi 7 Ağustos 1963 idi. Şair mektubunu saat 03.00’te kaleme almıştı.
Ve mektup, "Benim Azime’m!" diye başlıyordu.
"Seni sevdim, seviyorum. Seni anlayarak seviyorum. Bunu bugün söylüyorum sanma. Ben sevmem böylesi laflar etmeyi. Hele, hiç sevmem mektup yazmayı. Seni seviyorum diyorum, anlıyorsun değil mi? Bu benim için zor bir itiraf. Azime bir yol ayrımına geldi. Sen biraz yarınımsın benim. Biraz değil yarınımsın Azime. Sana Azime’m diyorum anlasana! Seni anlayarak seviyorum Azime. Düşün ki yüzünü görmedim daha. Kimseden de sormadım seni.
Seni kendi sözlerinle tanıyorum, bir de yolladığın resimden..."
Geç mi kaldık? Yoo... Bu da bizim gerçeğimiz. Sesini duymak istiyordu sevdiği adamın.
20 dakika bekledi telefonu sonunda bağlandı. Korkuyordu: "Ya sesim çıkmazsa?"
Toparlandı hemen:
-Sonunda konuşuyor muyuz, senin sesin mi bu? Evet, benim, ben Hasan Hüseyin Korkmazgil:
-Bu kadar sıcak mıydı sesin?
Ufak bir kahkaha sesi. O sıcak gülüş aklını başından aldı Azime’nin.
(SÜRECEK)