Yağmurdan korunmak için, yolun kıyısındaki bir evin saçaklığının altına sığınıyorum hemen. Özellikle fileleri, filelerdeki elbisemi ve gereksinim maddelerini ıslanmaktan korumalıydım. Ama nereye kadar. Bu yağmurda ve çamurda bir buçuk saatlik yolu nasıl yürüyecek, nasıl ulaşacaktım köye.
Otobüse binecek yolcular vardı. Bense yağmur altında binen yolcuları izliyorum.
Birden:
“Ne o Hoca, nerden böyle?” diyen bir sesle şaşırıyor sonra kendime geliyorum.
Kimdir bana seslenen? Hem, beni kim tanır ki buralarda?
Bir de bakıyorum; öğretmen olduğum köyden Haydar adlı bir genç. Yanında yine köyden Çelebi’yle birlikte iki asker... Ellerindeki torbaları otobüsün bagajına veriyorlar.
Memnun ve mutlu oluyorum onları görmekten.
“Sungurlu’dan geliyorum. Hayrola? Ya siz?..” diyorum
O yanındaki askerleri işaret ederek.
“Aha biz de askerleri yolcu ediyoruz.”
Asker kardeşleri, bir aylık izin sürelerini bitirmiş, Ankara’ya birliklerine dönüyorlarmış. Tek tek vedalaşıyorlar bizimle.
Her ikisine de, hayırlı teskereler diliyorum.
Onların binmesiyle de otobüs hareket ediyor. İlerdeki rampayı inip gözden ırayana kadar da izliyoruz otobüsü.
“Biz de köye döneceğiz” diyor Haydar. Çayevine girelim de birer çay içelim; hem de yağmur dininceye kadar bekleyelim.
Onların da köye dönecek olması beklenmeyen bir muştu gibi son derece sevindiriyor beni.
Yakındaki çayevine giriyoruz hemen. Biraz ıslanmıştım ama, önemli değildi. Onlar daha çok ıslanmışlardı. Dışarısını gören pencere önündeki bir masaya çevreleniyoruz.
Gelen çayları yudumlarken bile rahat değilim. Yağmur dinmezse, kendimi kayırmıyorum ama; yeni yaptırdığım elbisemi daha sırtıma takmadan, yağmurda ıslanıp berbat olmasından endişeleniyorum. Bir de filemdeki şu gereksinim maddeleri... Çay, şeker, yağ, tuz, defter, kalem, kağıt ve buna benzer şeyler. Hepsi de su düşmanı ve yağmura karşı korumasızdı. (Naylon poşetlerinse adı yoktu o zamanlar)
“Ne şans bendeki de” diyorum.
Haydar beni sevindirecek ikinci muştuyu veriyor.
“Kaygılanma Hoca! Köyden yürüyerek gelmedik ya. Dönüş için dört tane atımız var. Birisi de senin için.”
“Ya!..” diyorum sevinçle. “İşte buna çok sevindim. Sizi Allah çıkardı karşıma. Burada sizinle rastlaşma zamanlaması da harika doğrusu.”
“Filelerindeki öteberin için de kaygılanmana gerek yok! Bir de heybe var. Ona da filelerini koyar, rahat rahat gideriz.”
Coşkulu sevincim, sesime de yansıyor.
“Hay yaşayasınız” diyorum. “Şimdi rahatladım açıkçası.”
Çelebi benden yana söze katılıyor:
“Kaygılanmakta haklısın Hoca. Ne demişler: “Mal canın yongasıdır” Ama istediği kadar kar ve yağmur yağsın, sorun değil artık. Değil mi ki atlarımız var. Kuş gibi uçurur, köye ulaştırır bizleri.”
“Benim bir de asker kaputum var. Onu da sana giydirdi mi, ıslanmaz üşümezsin,” diyor Haydar.
“Çok sağ olun” diyorum. “Ayağım yerden kesiliyor ya, bu bana yeter. Kaputunu giyemem. Sen giyin.”
“Giyersin, diyor Haydar. “Korkma, bit pire yoktur.”
Gülüyoruz.
Yağmur yağışını sürdürüyor.
“Bu yağmurun dineceği yok arkadaş,” diyor Haydar: “Yağar eser, yolcu yolunda gerek. En iyisi kalkalım da bir an önce köyümüze ulaşalım.”
“Kalkalım” diyor Çelebi de.
Kalkıyoruz.
Atları bitişikteki bir evin damındaymış. Çıkarıyorlar. Dört tane canlı taşıt. Elimdeki filelerin birini heybenin bir gözüne, diğerini de öteki gözüne yerleştiriyoruz. Heybenin bir gözünün tabanı ıslak ama, yapacak başka bir şey yok artık. Heybeyi de bana verdikleri eyerli atın üzerine yerleştiriyoruz. Haydar tüm itirazıma karşın asker kaputunu zorla giydiriyor bana.
“Islanır da hasta olursan kim bakar sana Hoca?” diyor. “Köyde ailen de yok. Hem kim okutur köyün çocuklarını. Onun için sen kayırma bizi. Evvel Allah bir şey olmaz bize. Dayanırız biz bu havanın karına da yağmuruna da...
Çelebi tamamlıyor sözünü:
“Dayanırız elbet, soğuğuna da ayazına da... Yeter ki sen ıslanıp hasta olma. Bize gelince. Düşünme sen bizi. Ne demişler. Acı patlıcanı kırağı çalmaz. O nedenle bize bir şey olmaz.”
Teşekkür ederek biniyorum ata, heybenin üzerine. Onlar da bindikten sonra, boşta kalan atı da önümüze katıp, çıkıyoruz yağmur altındaki yola. Kaputun yakalarını kulaklarıma doğru kaldırıp, eteklerini de dizlerimin üstüne örtüyorum iyice. Heybeyi de ıslanmaktan korumaya çalışıyorum. Yağmur kırbaç gibi çarpıyor yüzümüze. Köyümüz doğu tarafta. Yağışın oluşturduğu pustan net olarak görünmüyor. Yer yer eriyen kardan, doğanın görünümü aklı karalı.
Karayolundan köy yoluna sapıyoruz. Ham yol çok çamurlu. İnsan yayan olarak bu yağmurda çamurda nasıl yürür. Hele de elinizde, ya da sırtınızda yükünüz varsa, işiniz Allah’a kalmıştır. İyi ki Haydarlara rastladım diye düşünüyor, sevinip mutlu oluyorum. Dünkü şanssızlığımın yanında bu günkü şansım bir mucize sanki.
Yolun kimi yerlerinde yığıntı karlar var. Köye doğru arazi oldukça dalgalı. Hava da iyice sertleşmiş. Yağmurla birlikte kar da atıştırıyor. Dizginleri kavramış atları tepikleyerek, biraz daha hızlı gitmeye zorluyor; bir an önce köye ulaşmaya çalışıyoruz. Haydar’ın benim için yapmış olduğu bu özveriyi, yaşadığım sürece asla unutmayacağım..
Yağmur her ikisinin de tepesinden girip tırnağından çıkıyor. Ama onlar hiç aldırmıyorlar.
“Sıkı sür atı Hoca!” diyor Haydar.
(SÜRECEK)