GURBETTE EKMEK PEŞİNDE
Günüm geldi askerlik görevimiz sonlandı ve 1964 yılının Temmuzunda terhis olup köye geldim. Muzaffer Öğretmenin de askerliği nedeniyle köyden ayrıldığını öğrendim. Köyde bir hafta gezdim, tozdum, dolaştım. İşsiz, güçsü, aylak aylak gezmek bana göre değildi. Gidip çalışmalı, para kazanmalıydım. Köydeki arazinin bizi geçindirmesi olanaksızdı zaten. Ağabeyim de gurbetteydi.
Bizim köylüler Ankara’da çalışıyorlarmış. Adreslerini alıp Ankara’nın yolunu tuttum. Onlar Ankara’da Şeker Fabrikası Lojmanlarının alt yapı işlerinde çalışıyorlarmış. Daha elemana ihtiyaçları varmış. Hemen ben de işe başladım köylülerimin yanında. İki metre derinliğinde kazma kürekle kanal kazıyorduk. O zaman şimdiki gibi kanal kazan kepçeler yoktu.
Temmuz ayı. Yaz mevsimin en sıcak günleri. Askerden yeni gelmişiz. Depo çavuşluğundan terhis olduğum için uzun zamandır bedensel olarak hiç çalışmamıştım. O nedenle, ham olduğum için kazma kürek işinde zorlanıyordum. Ama dayanmaya çalışıyordum. Çünkü çalışmam, para kazanmam gerekiyordu. Hamlık en fazla bir hafta sürerdi. Ondan sonra alışır giderdik.
Orası pancar yeri. Büyük bir karpit bidonu bulduk. Güzelce yıkayıp temizledik. Ocağa koyup pancar kaynatmaya başladık. Bol bol pancar kaynatıp yiyoruz. Kısa sürede hamlığı attık üzerimizden. Lojmanlar boş. olduğu için her gün akşam banyomuzu yapıyor, rahatlıyoruz. Pancar sayesinde gücümüz kuvvetimiz yerini buldu. Akşamları da lojmanda kalıyoruz. Rahatımız yerinde. Ama her güzel şeyin çabucak sonlandığı gibi buradaki işimiz de çok sürmedi, bitti.
Yeniden iş aramaya koyulduk. Çabucak da bulduk. Konya Aksaray arasında yol çalışmaları varmış. Kayserili Müteahhit (yüklenici) Nuh Köseoğlu bizi bir araçla aldı götürdü bir kum ocağına. Kepçeler kum ocağından kamyonlara kum dolduruyor. Biz de küreklerle yol boyu boşaltıyoruz bu kumu. Uçsuz bucaksız arazi. Ne bir tek dikili ağaç var yol boyunda, ne de bir akarsu. Sanki çöldeyiz. Hava da sıcak mı sıcak. Bunalıyoruz iyice. Ankara’daki şeker lojmanını arıyoruz. Terden, tozdan neredeyse kokmaya başladık. Bırakın bir banyo yapmayı, içmeye bile su bulamıyoruz. Çevrede yiyecek alacak yer de yok.
Köylerde sular kuyulardan alınıyor. Kuyular da çok derin. Kuyunun makarası üzerinde uzun bir halat var. Halatı atın palanına bağlayıp ata çektiriyorlar suyu. Büyük bir bakraçla su çıkıyor kuyudan. Köylü bu suyu hem içme, hem de kullanma suyu olarak kullanıyorlar. Biz orada 30 kişiyiz. Beşer kişilik postalar halinde çalışıyoruz. Yemeğimizi de kendimiz yapıyoruz.
Burada bir anımı anlatmak istiyorum. Günlerdir uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasındayız. Bir değişiklik, bir eğlence, bizi güldürecek neşelendirecek bir şey olsun istiyoruz, ama yok. Aklıma gelen muzipliği uygulamaya koymalı, biraz eğlenmeliydik.
Başımızda çavuş olarak şirketin bir elemanı var. Adı Süleyman. Kendisi bedensel özürlü. Yani kambur. Biz de “kambur” diye sesleniyoruz ona.
Bir öğle ara vermesinde bir muziplik geldi aklıma. Kambur yolun kıyısındaki tarlada bulunan ufak bir sap yığınının üzerine yatmış, dinleniyor kendince. Onunla fazlaca senli benliyiz. Ne tür şaka yaparsak yapalım, götüren, kızmayan birisi. Ben de onunla olan bu samimiyetimize dayanarak, elimde kibritle sessizce gidip, bir kıyısından tutuşturdum sap yığınını.
Alev alan sap yığını cayır cayır yanmaya başlayınca kambur neye uğradığını şaşırdı. Yattığı yerden deli gibi fırlayıp bağırmaya başladı.
“Yetişin! Can kurtaran yok mu ümmeti Muhammet!. Haydar beni yakıyor!..”
Arkadaşlar koşup kurtardılar bunu. Kambur Süleyman yanabilirdi. Bu şaka ağır olmuştu. Cahillik işte. Beni, kambura bir yemek daveti ile cezalandırdılar. O cezamızı ilk fırsatta ödedik. Gönlünü aldık Kambur Süleyman’ın.
Yine o çevrede bir kuyu bulduk. Su sıkıntısı çekiyoruz ya. Kuyunun dışından tabana aşağı bir merdiven yapmışlar basamak basamak. Serde gençlik ve gözü karalık var ya. Tuttum kuyuya indim. Suya ulaştım. İnerken de basamakları saydım. Tam 148 basamaklıydı kuyu. Ama suyu kurtlanmıştı. İçilecek gibi değildi. Ama buz gibi olan suyu içilecek gibi değildi. Çünkü kurtlanmış, kızıl kızıl ince kıl kurtları dolaşıyordu içinde.
Konya-Aksaray arasındaki yol çalışmamız iki yaz sürdü. Yalnız son güzden kış sonuna kadar ara verdik çalışmaya. Orası bittikten sonra Afyon-Dinar-Dazkırı arasında çalışmaya başladık. Kışın yine ara verip, baharın kaldığımız yerden sürdürdük çalışmamızı.
Kış ara vermesinde de köyden Melek adlı bir kızla nişanlandım. Ağabeyim Mehmet de bizimle çalışıyordu. Üç dört ay çalıştım orada. Ağabeyim Mehmet’in köye dönmesi gerekiyordu. Düğün hazırlığı için kazandığım parayı ağabeyime vererek babama gönderdim ki alınacakları alsınlar, düğün hazırlığına başlasınlar.yavaş yavaş.
DÜĞÜNÜM YAPILIYOR
İşim bitti ben de köye döndüm. Artık düğünümü yapar, yuvamı kurarım diye düşünüyorum. Ağabeyim ben askerdeyken evlenmişti. Babamgil de düğün hazırlığı anlamında bir hareket yoktu. Gönderdiğim parayı sordum.
“Ağabeyin para mara vermedi” dedi babam.
Tepemden aşağı bir kazan kaynar su döküldü sanki. Nasıl olurdu? Ne yapmıştı onca parayı? Yine de bin bir umutla ağabeyimi görüp parayı sormak istedim. Ola ki kendi muhafaza etmiştir paramı diye içime ferahlık vermeye çalıştım.
Alembeyli köyüne davar çobanı durmuş ağabeyim.
(SÜRECEK)