Bu tehdit dolu uyarıdan sonra beni hayvanlarla baş başa bırakarak; atına atlayıp gitti. Fırından alıp verdiği somun ekmeğini ısırarak sürdüm hayvanları yol boyunca.
Güneş batmadan vardım konakladığım Bayırpınar’a. Hayvanları sulayıp saldım çayırlığa.
Güneş batıp karanlık bastırırken de bir araya topladım yine. Kalan ekmeğimi de pınarın başında yedim. Gökyüzü yıldızlarla donandı yine. Eşeğin yularını ayak bileğime bağlayarak abama sarınıp sırtımı çeşmenin çayırdan yana duvarına verdim. Gökyüzü irili ufaklı yıldız kaynıyordu. Arada bir gelip geçen araçların gürültüleri, bozkırın koynunda yalnız değilsin. Korkma!. der gibiydi bana.
Birden bazı anılar canlandı gözümde. Köyümüzde de dam başında ağabeyimle birlikte yatmıştık. Özlemle andım o günleri. Evvelki sene harman sonu değirmende öğütülüp un olacak ekmeklik ekinimizi annem yıkamış; kuruması için evimizin dam başında çulların üstüne sermişti. Gündüz güneşte kurumaya bırakıyor, akşam olunca üzerini örtüyorduk. Biz de ağabeyimle birlikte gece ekinin yanında dam üstünde yatıyor, yıldızları seyrederek dalıyorduk uykuya. Oysa şimdi yalnız, köyümden ailemden uzakta, bana emanet edilmiş bir sürü malla bozkırda yıldızların altındaydım. Yine yıldızları seyrediyordum ama evimizde değildim.
Dalıp dalıp uyanarak ettim sabahı. Gece hiç rahat uyuyamadım yine. Korkmadım desem yalan olur. Korkum hayvanlar içindi elbette. Ortalık ışıyınca uyandım. Bir daha dalamadım. Kalkarak, kalan son somun parçasını da suya banarak yedim.
Güneş doğarken yeniden hayvanlarla yola koyuldum. Öğleye doğru köye, köy çayırlığına ulaştım. Unutulacak günler değildi bu çileli günlerim. Çok geçmeden küçük ablam azığımı çayırlığa getirdi. Çoban arkadaşlarımdan hiç birisi yoktu çayırlıkta. Belli ki onlar başka yaylımlara götürmüşlerdi güttükleri hayvanları.
Yaz döneminde artık eve dönmüyor, hayvanlarla birlikte çayırlıkta geceliyordum Gündüz çok sıcak olmasına karşın geceleri biraz serin oluyordu.
Dışarıda yatmaya başladığım ilk geceler biraz korkmuş, tedirgin olmuştum ama sonra alışmıştım. Gündüzleri çoban arkadaşlarımla farklı yaylımlara gidiyorduk. Azıklarımızı yavan yaşık demeden birlikte paylaşıyor, birlikte yiyorduk. Sonra kırsalda oynanan çelik çomak oyunlarıyla kendimizi eğlendirmeye, dertlerden sıkıntılardan arınmaya çalışıyor; akşam da yine çayırlığa dönüyor, orada geceliyordum hayvanlarla.
KÖYDEN KÖYE HAYVAN SATIŞI
Yaz gelmiş, ekinler sararmış, biçilmeye başlanmıştı. İşlerin en yoğun zamanı. Gece uykularımın en kısa olduğu dönem. Ağam birkaç gün yanıma uğramadı. Bir gün akşama doğru sonra önünde bir sürü karasığırla döndü. Biz buna “sürek malı” deriz. Önümdeki hayvan sayısı yine otuzu buldu. Yine geceleri hayvanları çayırlıkta konaklatıyor, ben de yanlarında kalıyorum.
Bir hafta sonraydı. Sabah uyanmıştım ama hayvanları henüz yaylıma kaldırmamıştım. Bir at kişnemesiyle doğruldum. Kazım Ağa atının üzerinde bize doğru geliyordu. Fırlayıp ayağa kalktım. Ağa gelip atından indi.
“Ne haber Haydar? Nasıl gidiyor çobanlık?” Bir sıkıntı var mı?” diye sordu.
“İyilik güzellik Ağam. Bir sorun yok” dedim.
Bana azık da getirmişti. Ekmek torbamı elime tutuşturarak:
“Bu azığın. Bugün hayvanları, köylere satmaya gideceğiz. Hele sen bir karnını doyur, ondan sonra yola çıkarız” dedi.
Açıkçası canım yemek yemek istemiyordu.
“Sonra yerim, Ağam” dedim. O:
“Sen bilirsin o zaman.”
Biliyordum ki tüm azıklarımı küçük abam. hazırlardı. Bu arada güneş de doğmuştu.
Hala yatan geviş döğümündeki hayvanları kaldırıp önümüze katarak köylere doğru yola çıktık. Hava bulutsuzdu. Gökyüzü olabildiğince açık mavi bir durgunluktaydı. Benim için oldukça sıkıntılı bir gün olacağı belliydi. Otuz dolayındaki hayvana sahip olmak ve gittiğimiz yerlerde onları bir arada tutmak kolay değildi.
Ağa atının üzerinde ben yürüyerek düştük yola. O gün havanın oldukça sıcak olacağı şimdiden belliydi. Ayağımdaki “cızlavat” lastiklerinden birinin ardı yırtılmıştı. Sürekli ayağımdan çıkacak gibi oluyor; ben de çıkmasına engel olmak için ayak parmaklarımla sürekli kavradığımdan, ayağım ağrımaya başlamıştı.
Vardığımız köylerde, sürekli hareket halinde hayvanları bir arada tutmak oldukça zor elbette. Yoruyorlar beni. Ağa beni bırakıp atıyla konuk oluyor tanıdıklarına. Bir süre gelmiyor. Sonra adamlar çoğalıyor malların çevresinde. Alıcı olanlar hayvanların sağını solunu yoklayıp, gözlerine kestirdiklerinin hayvanlar için fiyat soruluyor. Ağanın söylediği fiyatı daha aşağı çekmek için sıkı bir pazarlık başlıyor. Tokalaşır gibi tuttukları ellerini koparıyorca sallayarak diğer kişilerin de aracılığıyla ortak bir noktada buluşup anlaşıyorlar.
“Sattım; var hayrını gör” diyor Kazım Ağa.
Alcı da aldığı hayvanın parasını sayarak:
“Sende güle güle hayır işine harca” diyor.
Üç tanesi satılıyor. Adamlar hayvanları yularlarından tutarak alıp götürüyorlar.
Oradan bir başka köyün yolunu tutuyoruz. Bu arada hava iyice ısınıyor, güneş kavurmaya başlıyor bizi. Köylerde ikişer üçer satarak akşamı ediyoruz. Ama götürdüğümüz malların üçte birini bile satamıyoruz. O gün akşama kadar üç dört köy gezmişiz. Yorgunluktan ayakta duracak dermanım kalmadığı gibi, azığımı yemeye de fırsat bulamamıştım.
(SÜRECEK)