PAZAR YOLUNDAYIM
Kazım Ağa bir hafta sonra hayvanları pazara çıkaracağımızı söyledikten sonra:
“Sungurlu yolunu öğrendin Haydar” dedi. ”Yarın Cuma. Hayvan Pazarı ise Pazar günü. Cuma günü kuşluk vakti hayvanlarla birlikte yola çıkacaksın. Onları sıkıştırıp yormadan, yolda gelen giden araçlara toslatmadan yavaş yavaş akşama doğru Bayırpınar’a ulaşırsın. Hayvanlara orada sularını içirip çayırlıkta bir güzelce doyurursun. Gece de abana sarınıp orada sabahlarsın hayvanlarla birlikte. Cumartesi günü öğleye kadar hayvanları yine orada otlatırsın. Öğle sonu da yola çıkarsın yine. İkindi sonu güneş batmadan Sungurlu’ya hana indirirsin hayvanları. Ben orada olurum. Gece hayvanlarla birlikte handa konaklar, Pazar sabahı da pazara çıkarır, satarız hayvanları.. Satamadığımızı da yeniden köye getirirsin. Gidiş dönüşlerde hayvanlara iyi sahip ol. Sana güveniyorum.”
“Tamam ağam. Dediğiniz gibi yapar, hayvanları gözümden hiç ıratmam; iyi sahip olurum onlara. Sungurlu’ya sağ salim indiririm. Gözünüz arkada kalmasın” dedim.
Cuma günü kuşluk vakti önüme hayvanları katarak yola çıkardım. Önümde 32 hayvan vardı. Bunlara iki gün süreyle yol boyunca sahip olmak benim gibi bir çocuğun başaracağı bir iş değildi ama sahip olmak durumundaydım. Bir tanesine bile zarar getirmeden sağ salim pazara indirmek görevimdi. Köyle Sungurlu arası tam 40 kilometreydi. Eskiden Ankara- Çorum yolu bizim köyün yakınından geçerdi. Yollarda giden gelen vasıtalar yani kamyon, otobüs ve taksiler yine de kalabalıktı. Hayvanları, trafiği aksatmadan sürekli yol kıyısında götürebilmek büyük çaba isteyen bir işti. Her an uyanık olacaksın, hayvanların yola dağılmasına fırsat vermeyeceksin. Hayvanlar yol kıyısında uzun bir sıra oluşturmuşlar, yolun ortasına sapmadan ağır aksak gidiyorlardı. Arada bir de yolun kıyısındaki beğendikleri otlardan bir tutam koparıp yiyorlardı.
Bir de eşek vermişlerdi bana. Ekmeğim, suyum, bir de eski bir asker kaputu olan abam, eşeğin üzerindeydi. Eğer hayvanlar yolda sağa sola sapmadan giderlerse, ben de yoruldukça eşeğe biniyordum.
Sonunda güneş batmadan kazasız belasız Bayırpınar’a hayvanlarla birlikte ulaştım. Çeşme yola yakındı. Geri tarafı geniş bir çayırlıktı. Hayvanlar kana kana sularını içip, karınlarını doyurmak için çayırlığa dağıldılar. Ben de çeşmenin başında azığımı çıkararak, su desteğiyle bir güzelce karnımı doyurdum.
Bir süre sonra güneş battı. Hava kararmaya başladı. Akşam oluyordu. Hayvanları bir araya topladım. Çeşmenin kurnalarından oluğuna dökülen suların şırıltısı sanki artmış gibiydi. Çok sürmedi karanlık iyice bastırdı; gökte yıldızlar belirdi irili ufaklı. Ay ışığı yoktu. Arada bir az ötedeki yoldan geçen araçların ışıktan okları gecenin bağrına saplanıyor; önce hafiften duyulan, yaklaştıkça büyüyen sonra da yeniden azalarak tükenen, yok olan gürültüleri aralıklı olarak sürüyordu.
Hayvanlar yavaş yavaş yatmaya başlamışlardı. Ben de asker kaputuna yani abama sarınıp yönüm hayvanlardan dönük olarak çeşmenin arka bölümüne sırtımı dayayıp uzandım. Burada geceleyecek, burada uyuyacaktım. Bir süre sonra gözkapaklarım ağırlaştı.
Gece zor geçecekti. Daha da çok hayvanları çaldırma ya da onların bırakıp gitmesi sonucu kaybetme korkusundan tedirgindim. Birazcık dalsam da tavşan uykusundaydım hep. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Birisinden duymuştum bunu. Hayvanlar kalkar bir yere gidecek olursa, eşek de onlarla birlikte giderdi. O halde ne yapmalıydım. Eşeğin uzunca olan yularını ayak bileğime bağlamalıydım. Herhangi bir hareket durumunda eşek yularını çeker beni uyandırırdı. Düşündüğüm gibi yaptım. Bir süre sonra çeşmenin şırıltılı ninnisiyle uyuyakalmışım.
Ayağımdan biri çekiyordu. Uyandım gerçeğe döndüm. Biraz üşümüş, bedenim de uyuşmuştu. Gerinerek doğruldum. Ortalık aydınlanmış, ama henüz güneş doğmamıştı. Hayvanlar kalkmışlar yayılmaya başlamışlardı. Ayağımdaki eşeğin yularını çözüp taktım semerine. Acaba bırakıp giden var mı diye saydım hayvanları. Hele şükür, tamamdı hepsi de. Rahatladım, sevindim.
Kalkıp elimi yüzümü yıkayarak gezindim, kendime geldim biraz. Öğleye kadar hayvanları otlattıktan sonra yeniden yola çıkardım hayvanları. İkindi sonu Sungurlu’ya ulaştım. Hayvanları, daha önce konaklattığımız hana götürdüm. Ağa da beni bekliyormuş.
Malları sayan Ağa:
“Aferin Haydar, sağ salim geldiniz. Hayvanların karnı da hala tok. İyi otlatmışsın onları” dedi..
Hayvanları handaki ahıra bağladıktan sonra Kazım Ağa beni lokantaya götürdü. Kurufasülye ve pilav yedik. Karnım bir güzelce doydu. Hayvanları samanladıktan sonra biz de handa kaldık.
Sabahleyin de hayvanları pazara çıkarırdık. Ağamın çenesi iyi laf yapardı. Hani bazıları için derler ya; “kargayı bülbül diye satar” Ağam da o tip kişilerdendi. Alıcılar da ondan aşağı değildiler elbet. Maldan anlıyordular. Alıcılarla el sıkışıp kollarını koparıyorca silkeleyerek kıran kırana pazarlık yaparlardı. Öğleye kadar on beş tanesini sattı. Satılmayan on yedi tanesi ise geri köye götürülecekti. Çünkü Pazar tavsamıştı.
Hayvanları Pazar yerinden çıkarıp yola yönlendirirken Kazım Ağa sıkı sıkıya uyardı beni:
“Hayvanları kaybetmeden, bir zarara uğratmadan nasıl getirdiysen; giderken de eksiksiz bir biçimde köye ulaştır. Eğer bir hayvan kaybedersen, bu sana bir yıla patlar. Yani azaplığın, hak almadan bir yıl daha uzar. Ona göre gözünü dört aç, yol boyunda hayvanlara iyi sahabetlik yap. Hadi göreyim seni.”
(SÜRECEK)