Derken güneş yükseldi, hava ısındı. Öğle oldu. Yol kıyısında biraz içerde bir pınar vardı. Ağa hayvanları oraya çevirmemi söyledi. Dediğini yaptım. Önünde büyük bir oluğu vardı Çeşmenin iki lülesinden de kol kalınlığında su akıyordu. Oluğu su doluydu. Çeşmenin önü de çayırlık ve bol otluydu. Buraya “Çayırpınar” derlermiş. Hayvanlar kana kana sularını içtiler. Sonra çayırlığa dağılıp karınlarını doyurmaya başladılar.
Bu arada Ağa da atından inmiş sulamıştı atını. Biz de elimizi yüzümüzü yıkayıp serinledikten sonra azığımızı açıp, çeşmenin yanındaki ağacın altında soğan, ekmek yumurtayla bir güzelce karnımızı doyurduk. Üzerine de su içtik. Hayvanlar otlarken biz de dinlendik.
Yeniden yola çıkarak akşam güneş batarken vardık Sungurlu’ya. Hayvanları götürüp bir hana yerleştirdik. Ağa hancıdan saman alarak hayvanların önlerindeki oluklara doldurdu. Biz de bir köşede karnımızı doyurup yerimize yattık.

Sabahleyin hayvanları, hayvan pazarına çıkardık. Çok sürmedi pazar yeri kalabalıklaştı. Alıcılarla Kazım Ağa arasında sıkı pazarlıklar başladı. Ağa bu işleri çok iyi biliyordu. Pazara getirdiğimiz 20 hayvandan 11 tanesini öğle olmadan satmayı başardı.
Diğer dokuz tanesi kalmıştı. Onları geri köye götürecektik. Ağa gidip handan atını alıp geldi. Bana da fırından bir somun alıp azık torbama koymuştu.
“Geldiğimiz yolu izleyerek gelirsin köye” dedi. “Yalnız getirirken dikkat et hayvanlara. Araba maraba çarpmasın.”
“Olur, ağam” dedim. O atına binip sürdü. Ben de önümdeki 9 hayvan, arada bir bindiğim eşekle düştüm köy yoluna.
Vakit öğle sonuydu. Hava sıcaktı.
Bayırpınar’a vardığımda güneş batmak üzereydi. Hayvanları orada sulayıp, bir süre dinlendim. Bu arada güneş de battı. Yeniden yola çıktım. Bir süre sonra hava karardı. Ankara yönünden gelen arabaların ışıkları gözümü almaya başlamıştı. Şansımdan gece mehtap vardı. Ay ışığından yararlanarak hayvanlara sahip olup yolculuğumu sürdürdüm.
Ana yoldan köy yoluna sapınca rahatladım. Köye gece yarısı varabilmiştim. Çok yorulmuş, çok da uykum gelmişti. Hayvanları ahıra doldurduk. Kendimi odama atarak derin bir uykuya daldım.
Sabah uykumu alamamış olarak yeniden kaldırıldım. Önce üç dört kez su taşıma işi, ardından kalan hayvanları gütmeye götürmek.
Ben hayvanların sayısı azaldı, yüküm de biraz hafifledi diye sevinirken, sevincim yarım kaldı. Çünkü Ağa birkaç gün sonra, çevre köylerden kendince ucuza aldığı sekiz on malı daha getirip kattı önüme. Adam, ticaret adamı. Alım satımdan kazanıyor.
Günler birbirinin benzeri. Her gün uykusuz, her gün yorgun bir bedenle çobanlığım, yani azaplığım sürüyor. Derken havalar serinlemeye, ağaçların sararan yaprakları dökülmeye, zaman zaman da güz yağmurları yağmaya başlamıştı. Köylünün yazı yabandaki işi bitmişti. Millet harmandan kalkmış, ekinini, saçınını evlerine almış; hayvanların otunu, samanını da otluk ve samanlıklara yerleştirmişlerdi. Bağların üzümleri kesilip, pekmezler kaynatılmış; ekmeklik buğdaylar değirmende öğütülmüş ambar ve çuvallarda kış yiyeceği olarak doldurulmuştu. Bu arada köyde bir iki de düğün olmuş, köy şenliklenmişti. O şenlikten ben de çoban arkadaşlarımla payıma düşeni almıştım.
Havalar akşamları soğumaya başlamıştı. Kazım Ağanın deyimiyle “kılıç gibi kış geliyordu” artık.
Bir akşam önümde hayvanlarla eve döndüğümde avluda bir odun yığını gördüm. Ağa kışlık odun almıştı. Onları baltayla kesmek işi de bana bırakılmıştı. O nedenle her akşam çobanlıktan dönüp hayvanları yerine yerleştirdikten sonra, odunları keserek sobalık yapıyordum. Bu iş günlerce sürdü.

KILIÇ GİBİ KIŞ GELİYOR

Havalar iyice soğudu. Akşamları evlerde sobalar yanmaya başladı. Ben de yattığım odanın sobasını yakıyordum akşamları. Çünkü ilk kar dağlara düşmüştü.
Kazım Ağa bahar, yaz ve güz günleri konuğu gelirse akşam odasını açarmış. Kış günleri ise her akşam odası komşularına açıkmış.
Bir gün yoğun bir kar yağışıyla uyandım sabaha. Lapa lapa kar yağıyordu. Neredeyse dizlerime çıkıyordu karın boyu. İyiden iyiye kış gelmişti artık.
Bir akşam odamda tam yatmaya hazırlanırken dışarıda sesler duydum. Kapıyı açtığımda üç dört tane köylüyle karşılaştım.
“Sobayı yaktın mı Azap Haydar?” diye sordu birisi.
“Yaktım” dedim.
Kış mevsimine girmemiz nedeniyle bundan böyle her akşam oturmaya gelecekleri anlaşılıyordu.
Geçip oturdular. Çok sürmedi Kazım Ağayla birlikte iki üç kişi daha geldiler. Oturup söyleşiye başladılar. Söz sözü, söz de sigara tabakalarını açtı. Sarma tütünlerini sarıp, birbirlerine ikram edip yakarak tüttürmeye başladılar. Kısa sürede içerisi porsuk boğmasına döndü. Anladım ki artık odam da yalnız olmayacak, istediğim zaman yatıp uyuyamayacaktım. Onların keyfi ne zaman yeter, uykuları ne zaman gelir, kalkar giderlerse ben de o zaman yatabilecektim.
Kış mevsimi süresince oda her akşam dolacak, benim çilem,kış boyunca da sürecekti.
Akşam oturmaya gelenlerin çayının, suyunun hizmetine bir de başka köyden yatıya kalan konukların hizmeti eklenmişti. Onların aşının ekmeğinin evden odaya taşınması, yemeklerini yedikten sonra sofranın kaldırılması, gece yatağının serilmesi de benim görevlerim arasındaydı. Bir de odamı onlarla paylaşmak durumundaydım. SÜRECEK