Yaban bir köyde ilk çobanlık günümdü. Çocukların sevecen davranışları hoşuma gitmişti. Hayvanlar çayırlıkta yayılmaya (otlamaya) dururken biz de söğütlerden birinin altına oturduk. Birbirimizi daha yakından tanımaya çalıştık. Kısa sürede de kaynaştık.
Çok sürmedi iki çocuk daha geldi. Onlar da Osman’la Reşit’miş. O gün öğleyin azıklarımızı da paylaşarak yedik. Oyunlar oynadık. Birbirimize bilmeceler, tekerlemeler söyledik; masallar öyküler anlattık. Bu neşe ve curcuna içinde akşamın nasıl olduğunun ayırtına varamadık.
Arkadaşlarımdan her iki ablanın da ağanın eşi olduğunu öğrendim. Büyük karısına yenge, küçük karısına abla demiştim. Orada azap olduğum sürece de hep böyle diyecektim. Küçük ablanın olan çocuklarının hepsi ölmüş; çocuğu yok. Bana da iyi davranıyor.
Daha sonraki günlerde Zekeriya adlı bir çocuk da katıldı bize. Çayırlık dışında Sarıtepe, Tuzla semti gibi bazı arazilerde hayvanları otlatacak; zaman içinde o köyün çocuğu gibi her yanı öğrenecektim.
Akşam güneş batarken de köy yolunu tutuyorduk arkadaşlarla. Hayvanların karnı da bir güzelce doymuş oluyordu.
Hayvanları ahırdaki yerlerine bağlıyor; davarı ağılına alıyordum akşamüzeri. En son da kuzuları yerlerine… Ardından akşam yemeğine oturuyorduk hep birlikte. Sonra da biraz oturduktan sonra odaya geçiyordum.
Sabaha karşı kaldırılarak suya gönderiliyordum. Ortalık tam aydınlanmamıştır daha. Bardakları yalnız başıma yükleyemeyeceğim için elime tenekeden yapılmış bir su kabı verilmişti. Bu su kabını suyla doldurup bardaklara boşaltırdım. Doldurunca da ivediyle eve taşırdım eşekle. Genel de küçük ablamla indirirdik su seneklerini. Çocuk olduğum için bu ağır su dolu senekleri indirmekte oldukça zorlanırdım. Her sabah üç dört kez dönerdim suya.
Bir süre sonra elimdeki o tenekeden yapılmış su kabının sapı kopup kendisi de kullanılmaz duruma gelince su seneklerini indirip doldurarak yüklemek zorunda kaldım. Yanımda benim gibi su almaya gelenler varsa onların yardımıyla yüklerdim ama çoğu zaman da yardımcı bulamayınca kendim yüklemek zorunda kalırdım. Her bir su dolu senek 20 kilo geldiğinden indirmeye, bindirmeye gücüm yetmezdi. 12-13 yaşında bir çocuğum. Çaresizliğimden çoğu zaman hıçkıra hıçkıra ağlardım.
Su işi bittikten sonra damdaki malların altının üstünün temizliği olurdu. Çoğu kez yorgunluktan ahırın bir köşesinde uyuya kalırdım. Sonra sert bir silkelenme, “uyan oğlum!” uyarısıyla açardım gözlerimi. Büyük bir suç işlemişlerin mahcubiyetiyle silkinir kalkar, kaldığım yerden koyulurdum işime.
Ezilmiş, yorulmuş çaresiz ve sahipsiz kalmışım.. Çocukluğum kaldıramayacağım kadar ağır yüklerin altında heder olup gidiyordu. Babamın acımasızca sattığı bir köleyim ben bunların elinde. Yok, bir çıkış yolum. Ekmek aş derseniz işten güçten ayaküstü atıştırılan yavan yaşık yiyecekle insan doyup beslenebilir mi? Çoğu zaman yarı aç, yarı tokum. Ildır ısıcak sulu yemek gördüğüm de çok nadir bahar ve yaz dönemlerinde. Çünkü sürekli dışarıdayım.
Havalar iyice ısınınca geceleri hayvanları köyün alt başındaki çayırlıkta yatırmaya; ben de geceleri eski bir asker kaputu içine büzüşüp, hayvanların yanında gecelemeye başladım. Bir yandan da aç mı kalırsın, susuz mu kalırsın, uykusuz mu kalırsın. Gece rahat da uyuyamazsın. Tavşan uykusundasın hep. Tek gözün açık. Hayvanlardan biri ya da bir kaçı kalkar bir yerlere gider, kaybolur endişesini taşırım sürekli olarak. Ya da bir hayvan hırsızı yahut hırsızları gelir, hayvanlardan bir kaçını alır götürür korkusunu da yaşıyorum her gece. Güneş iki mızrak boyu yükselince küçük ablam getiriyor azığımı.
Mevsimin özelliğine uygun olarak, artık ne denk gelirse. Yufka ekmeğe dürülmüş, yumurta, çökelek, pekmez; ya da soğan, domates, salatalık gibi yaz sebzeleri ekmeğime katık olurdu.
SUNGURLU YOLUNDAYIZ
Kazım Ağa, aynı zamanda mal tüccarıydı. Mal alıp, mal satardı. Bir yerlerden satın alıp getirdiği, 30 dolayında malı vardı. Biz bunlara “sürek malı” deriz. İlkbahardan son güze kadar sürekli mal alır, mal satar. Sadece kış mevsiminde tavsar ticareti.
Bir akşam mal gütmeden eve dönüp akşam yemeğini yediğimizde:
“Haydar” dedi “Malları satmak için seninle birlikte yarın Sungurlu’ya götüreceğiz. Sabah yola erken çıkacağımız için suyu şimdi getireceksin.”
“Tamam, ağam” dedim.
Karanlık iyice bastırıncaya kadar üç kez döndüm. Çok yorulmuştum. Odama geçip, hemen yattım.
Sabah, ortalık ışımadan kaldırdı ağa beni. Güçlükle kalktım. Yorgun bedenim dinlenmemişti daha. Soğuk suyu yüzüme çarpınca kendime geldim. Sabahları hava serinlemeye başlamıştı.
Sabah çorbasını içip malları çıkararak önümüze kattık. Ablalar yolda acıkınca yememiz için azığımızı da koymuşlardı.
Ağa, atının üzerindeydi. Yoruldukça benim de binmem için eşeği de yanımıza almıştık. Ekmek torbam ve abam eşeğin semerine asılıydı.
Sungurlu, yürüyerek dokuz on saat çekiyormuş. Bir süre sonra Ankara-Çorum karayoluna çıktık. Güneş de doğudaki dağların üzerinden yenice uç verdi. Hayvanları bir yol güzergahında tutmak zor. Çift yönlü gelen giden kamyonlar, otobüsler var çünkü. Yolun ortasında gidenleri yolun kıyısına çevirmek için bir sağa koş, bir sola koşmak durumunda kalıyorum. Bu yoğun tempoda koşturmak da beni yoruyordu elbet.
Akşama Sungurlu’ya varacağımızı söylüyor ağa. Ağır aksak yürüyoruz. Hayvanları sıkıştırmıyoruz. Onların ayaklarına uyuyoruz. Geriden ya da karşıdan arabalar göründüğünde hayvanları hemen yolun kıyısına sürüyorum. Bu konuda da çabuk davranıyorum. Ağa beğeniyor bu seri ve hızlı davranışımı.
SÜRECEK