Akşam, mal gütmeden gelince, tavukları kümese alıp üzerlerini kapamak da senin görevindir.
“Anladım” dedim.
“Yarın hayvanları birlikte yaylıma götürür, seni diğer çoban çocuklarla da tanıştırırım.”
“Tamam” dedim.
Tam bu sırada sokakta çan sesleriyle koyun melemeleri duyulmaya başladı. Köyün davarı yaylımdan geliyordu. Ağa kapıyı açtı, meleşen davarını içeri aldı. Çok iyi biliyordum ki yavruları için meleşiyorlardı bu hayvanlar. Avludan da ağıla aldık koyunları.
Çok sürmedi bu kez de kuzular geldi. Avlu bir ana baba gününe dönüştü. Kuzular meleşerek ağılın önüne koştular. Koyunlarda ağıldan dışarı çıkmak için deviniyor; yalvarır ya da ağlar gibi meleyişleriyle yavrularına kavuşmak, onları emzirmek istiyorlardı. Buna izin verilmiyordu elbet. Onları da ayrı yerlerine aldık.
Ağa bana:
“Gel dedi sana odayı da göstereyim” dedi.
Avluya girişin tam karşısındaki köşede evden bağımsız olarak yapılmış küçük yapı, ağanın odasıydı. Ağa kapısını açtı, girdik içeri. Giriş holünde bardaklık ve ayakkabılık ardından ikinci bir kapıyla odaya giriliyordu. Karşılıklı iki yanı da oturmalık sedirden oluşuyordu. Geniş bir odaydı. Sedirde minderler, gerisinde yaslanmalık yastıklar vardı. Bir köşede de yüklük denilen girintide yataklar vardı.
“Burası da odamız” dedi. Arada bir gelen konuklar burada yatar. Sen de burada yatacaksın. Burası aynı zamanda senin de odan.”
“Sağ ol ağam” dedim.
Odanın karşısında büyükçe yapılmış bir yapı da, aynı çatı altında bulunan ahırla samanlıktı. Samanlığa ahırdan da giriliyordu. Ahırla duvara bitişik küçük bölümse tuvaletti.
Akşam karanlık bastırmaya başlamıştı. Lambayı yakmışlar, sofrayı da sermişlerdi.
Büyük abla:
“Haydin sofraya” dedi.
Oturduk yer sofrasına. Ağaç kaşıklar, yufka ekmekler de dizilmişti. Büyük bir kapta çorba kondu sofranın ortasına.
Büyük abla bana:
“Çekinmek yok yavrum” dedi. “Burası, bundan böyle senin de evin demektir.”
“Elbet canım” dedi ağa. ”Yemezse çalışabilir mi? Çalışabilmek için yemek gerekir.”
“Sağ olun” dedim mahcup bir tavırla.
Önce ağa uzandı kaşığıyla çorbaya. Ardından büyük abla, sonra küçük abla. daha sonra da ben… Minik kız anasının kucağındaydı. Bir kızının ağzına bir de kendi ağzına götürüyordu yemekli kaşığı.
Çorbadan sonra, kuru fasulye yemeği, ardından da bulgur pilavı geldi. Yufka ekmek desteğiyle karnımızı doyurduk. Üstüne birer tas da su içtik. Böylece karnımızı doyurup “elhamdülillah”, sofranıza bereket diyerek çekildim sofradan.
Hepsi de gülümseyerek:
“Afiyet olsun” dediler.
Sağ olun” dedim.
Ablalar sofrayı kaldırmaya dururken ben de ağanın işaretiyle kalktım.
“Kalk odaya geçelim seninle” dedi.
“Hayırlı geceler ablalar” dedim.
“Sana da” dediler.
Biz çıkarken, küçük ablanın, “Ne kibar çocuk” dediğini duydum.
Ağa odaya girince ocak başındaki lambalıktan lambayı alarak yaktı.
“Kibrit de burada” dedi. Yüklükteki yatakları göstererek:
“İstediğin zaman yatağını serer yatarsın. Tamam mı Haydar” dedi.
“Tamam ağam, Çok sağ olun.”
Karşılıklı oturduk. Ağa:
“Beni iyi dinle“ dedi. “Sabah erken kaldıracağım seni. İçme suyumuzu aldığımız çeşmemiz biraz uzaktır. Birlikte gideriz. Birlikte getiririz suyu. Yerini öğrenir; sabahları sen taşırsın suyumuzu. Ondan sonra malları yaylıma çıkarırız seninle. Bir kaç tane çoban mal güden çocuk var. Onlarla tanışır, arkadaş olur birlikte güdersiniz hayvanları. Onlar sana öğretir yaylık yerlerini. Tamam m?”
“Tamam ağam. Dediğin gibi yaparız.”
“Şimdilik sana hayırlı geceler.”
“Size de.”
Ağa, kapıyı örtüp çıktı.
Bir süre oturdum. Kafam karma karışıktı. Kalktım, yüklükten yatağımı, yorganımı, yastığımı indirdim. Sedire yatağımı serdim. Üzerimi soyunup, lambayı da söndürerek yatağıma girip yorganı üzerime çektim.
Gurbette, Gölbaşı’ndaki Tuğla Ocağı’nda babamla birlikte kalmıştım. Ama burada, yabancı bir köyde ilk kez yalnız, bir başınaydım şimdi. Burada geçecek günlerimi düşündüm. Babam tarafından bilinmez bir yerde bir adama köle gibi satılmışım duygusuna kapılmıştım. İçime öyle bir gariplik çöktü ki, bulgur kazanı gibi kaynamaya başladı içim. Ağlamak geliyordu içimden. Kendimi daha fazla tutamadım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ne kadar ağladığımı bilemiyorum. Sonunda uyuyakalmışım.
AZAPLIKTA İLK GÜNÜM
Biri sarsıyordu beni.
“Haydar oğlum, kalk haydi” diyordu.
Kimdi beni sarsan? Nerdeydim? Ne oluyordu? Gözlerimi güçlükle açmaya, ayıkmaya çalıştım. Gözkapaklarımda birer batman kurşun asılıydı sanki. Başlangıçta anlayamadım nerede olduğumu.
“Suya gideceğiz. Öğlen oldu, haydi kalk” diyordu başımda hayalet gibi dikilen adam. Gözlerimi zorlukla aralayarak baktım. Yüzü tam seçilmiyordu.
Ayıkıp kendime geldim birden. Acı gerçeğe döndüm. Ben azaptım bu köyde. Başucumdaki de azabı olduğum ağaydı. Ortalık alacakaranlıktı henüz.
Silkinerek doğruldum. Yataktan sıyrılarak ayağa kalktım. Aceleyle üzerimi giyindim.
Ağayla birlikte çıktık dışarı. Eşeğin semeri vurulmuş, üzerine de iki senek (büyük çam bardak) sarılmıştı. Alabaş köpek de yanıma gelmiş beni kokluyordu.