Oturduğu kaldırım kenarı yalnızlığından kalktı, yanından bir rüzgâr gibi geçip giden adamın sigarasının dumanı burun deliklerinde çoğaldı. İçinden "ne çok özlemişim seni" dedi. Sigarayı bırakalı bu ikinci gündü ve sigara içmemek için kendini zor tutuyordu. Aslında ince parmaklarına ne kadar da güzel yakışıyordu.
İstiklal caddesine doğru yürümekten vaz geçip, Gümüşsuyu’ndan otobüse bindi ve Hisar’ın oralarda indi. Herkes denize karşı renkli masalarına oturmuş, kahveli sohbetler ediyordu. Kahve de sigarasız içilmezdi ki; birkaç kere denemişti ama hiç içememişti. Bu iki gün sanki zamanın sarkacında donmuş gibiydi ve bir türlü geçmek bilmiyordu. Çantasında zor durumlar için iki dal sigara saklıyordu.
Ama bu zor durumdan daha zor durum düşünemiyordu. Sevgilisi de onu terk etmişti ve o da avare avare dışarılarda bir yaprak gibi savrulup duruyordu. Kendi evi bile kendisine yabancı olmuştu. Oysa o evde, eşyaların her birinde yaşanan anıların tozu vardı. Onların tozunu almak yerine öylece bekliyordu. Ah şu dört duvarın dili olsaydı da konuşsaydı. Hava bu kadar güzelken bir insan terk edilir miydi? Yeşilliklerin gökyüzüyle birleştiği yerlere gidilip, aşk şarkıları söylenilirdi. Daha dayanacak gücünün kalmadığını hissediyordu. Elleri kontrolden çıkmış çantasının içerlerinde o iki dal sigarayı arıyordu. Denizin kenarında maviliklere açılan bir banka oturdu. Sigarayı çantasından çıkardı, kalın dudaklarına iliştirdi. Oysa ki sevdiği, en çok dudaklarını severdi. Bir yıl önce ilk öpüşmelerini hatırladı. O gün Dünya’nın bundan sonra çok güzel olacağını düşünmüştü. Şimdi ise o düşüncelerinin yerini sonsuz noktalı bir yalnızlık, mutsuzluk almıştı.
Sigarayı yine bırakmayı başaramamıştı ama sevdiği adam onu bir anda bırakmayı nasıl başarmıştı?
Saatlerce onun kapıyı çarpıp gidişine, camdan dışarıları seyredermiş gibi gözükse de, içini tatmin edecek bir cevap arıyordu. Duygular nasıl bir anda yok olup gidiyordu? Gerçekten gidiyor muydu? Yoksa gitmesi için, unutmak için akıl oyunları mı oynanıyordu? Aslında gidişine çok da üzülmemişti, nedenini ise bilmiyordu. Belki de yüreği tekrar geri dönecek umudu besliyordu. Umut ne güzel şeydi vesselam.
İçinden, sevdiği adamın yaptığı gibi, sigaraya bütün kapılarını suratına kapatmayı çok istiyordu. Ah şu sigarayı bırakmanın bir umudu olsaydı. Ancak iki gün dayanabilmişti, parmaklarının arasında duran sigaraya baktı ve gözlerini yatırıp uzaklara öylece daldı.
Hayata hiç bir zaman pembe gözlüklerle bakan insanlar gibi olamamıştı. Belki de her şeyi sorgulamayı bırakmalıydı. Geçen akşam, “Son zamanlarda anladıklarımı, anlayamadıklarımın yanına koymaktan yoruldum” diyerek okuduğu kitaba not düşmüştü. “Düşündüklerim ben onu düşünmeden önce nerelerdeydi ?"diyerek önünde umarsızca uzanmış yatan denize doğru bağırdı, ama ondan başka duyan olmadı.. Hayat kimine yüzeysel bir mutluluk, kimine de iz bırakan tecrübeler hediye edermiş. Çoğu zaman sersemletir ama asla seçeneksiz bırakmazmış. “Bu hayatta mutlu olmanın yolu beklentiyi düşük tutmaktır. Yoksa kanatlarından vurulmuş kuşa dönersin” diyor Sebahattin Ali. O da kanatlarından vurulmuştu ve ağır aksak sahilde dolanıp duruyordu. Birisi aniden ufak bir dokunsa orada yere oturup saatlerce ağlayabilirdi.
Aslında her şey insanın çocukluğundaydı. Zamanın şaşırtıcı, büyüleyici penceresinden ellerini uzatarak, uzak geniş zamandan ellerini salladığını, “gel” diye seslendiğini duyuyordu. “Gel eskiden tırmandığımız ağaca tırmanalım ” diyordu. Birden kendini ağacın tepesinde, özgürlüğün üst sınırlarında, kuşların kanatlarının yakınlarında gördü. Gözlerinin gördüğü o ağaç tepesinde her şey onunmuş gibi geliyordu. Gözlerini açtığında ise eski tutkuların, çocukluk dönemindeki tutkuların dışında bütün tutkular silinip gidiyordu. Büyüdüğün için kimse sevimli gelmemeye başlıyordu. Çocukluğundaki gibi, aklının bakışlarına artık esrarengiz kapılar açamadığı için üzülüyordu. Hatta en sevdiğin insanlar gün geliyor seni şeytana satabiliyordu. Yüreğinden tutanlar bir müddet sonra yüreğine onarılması güç derin çizikler bırakabiliyordu. Hayat senaryosunda kendimiz hakkında yazılanlardan kaçınılabiliniyor muydu?
Susmanın su kenarındaydı ve kuşlar yüreğini ince ince dişliyordu. Kendi dalgınlığından artık kendini göremiyordu. Suskunlukları aylar önce kırılmış kemik seslerine benziyordu. Yine elini çantasına soktu ve son kalan o sigarayı da dudaklarına yerleştirip yaktı. Sigaranın dumanını içine çekti ve dudaklarının arasından dumanın çıkarken nasıl acayip şekillere büründüğüne ilk defa dikkat etti.
İzlediği en son filmde “Aşkta iki kere iki dört etmez. Sevdiğimiz biri bizi terk ettiğinde onu tutmaya çalışırız. Sanki kalbini de tutabilecekmişiz gibi. Ama kalbin görünmez bacakları vardır” diyordu.
Sigaradan derin bir nefes daha alarak oturduğu banktan kalktı ve Ortaköy’e doğru yürümeye başladı. Sanki bu zamandaki uzaklara ve bu uzakların uzağındaki boşlukta yürüyor gibiydi.