Kargı Hükümet Konağı’na sık yolum düşerdi. Okul çıkışlarında babamın çalıştığı nüfus dairesine gider, onun ısmarladığı gazozu  değerli bir konuk edasıyla içerdim. 1943 depremi sonrası yapılmış bu devasa binanın ahşap koridorlarının  kasveti ve mazot kokulu tahtalarının gıcırtısı dışında, güleryüzlü, ihtiyar bir kadın kalmış aklımda: Nefise Teyze. 12 Eylülün sert yılları, yolda gezen adamların ,takke ve fesi andıran başlıklarının toplanıp, mahalle aralarındaki boş kireç kuyularına atılacağına dair 60’lardan kalma bir korkuyla dolaştıkları  zamanlar. Nefise teyze, kaymakamlık odacısıydı. Devlet Memurları Kanunu’na tabi bir memurdu. Başından hiç çıkarmadığı eşarbı onun için sorun olmadı. Emekli olana kadar ona hiç kimse  ''neden başörtülü çalışıyorsun?'' diye sormadı.  Aslında Orman idaresinin bekçisi Hamza Dayı’nın kıyafetine de aynı nedenle karışan yoktu. Çünkü onlar, hizmet sektörünün en altında çalışıyorlardı. Devletin buyurgan gücünün temsilcisi değillerdi.  Onlar, zararsız ve devlet içinde etkisiz unsurlardı.


       Danıştay, avukatların başörtülü olarak duruşmalara katılamayacağına dair yönetmelik hükmünün yürütmesini durdurunca geldi aklıma Nefise Teyze. Demokrasi paketi açıklandığından beri ise hiç aklımdan çıkmıyor. Pakete göre, avukatlara duruşmalara başörtülü girme izni verecekler. Ama sadece avukatlara. Yani kadın hakim ve savcılar yine devletin buyurgan karar vericileri olarak, başları açık olarak duruşmalara çıkacaklar. Dahası, polis asker gibi devlet kudretini temsil eden diğer meslek mensupları da tıpkı hakim savcılar gibi başları açık olarak çalışacaklar. Ama avukatlar, Nefise Teyzeleştirilecekler, Hamza Dayılaştırılacaklar sanırım. Bu elbette başları örtülerek yapılmayacak sadece. Öncelikle avukatlık, bir kamu hizmeti olmaktan çıkartılacak. Avukatlık; bakkallık, müteahhitlik gibi esnaflık sayılacak. Sonra da avukatlar, uluslararası piyasalarla rekabete zorlanacaklar. Arabuluculuk vesaire derken ekonomik olarak ezilecekler. Böylece yargı içindeki zaten zayıflatılmış olan fonksiyonları daha da güdükleşecek. Örneğin, artık kamu hizmeti yapan olarak görülmeyen avukatın, soruşturmalardaki etkinliği daha da kısıtlanacak. Ne bileyim, baroların etkinliği de tıpkı mühendis mimar odalarına yapıldığı gibi yasa yoluyla sınırlandırılacak.  Zaten Hükümet, barolara her kızdığında bu isteğini dilegetiriyor. İşte o zaman avukatlık, etkisizleştirilmiş bir hizmet mesleği haline dönüşecek. Kendini bile savunmasına izin verilmeyen avukat, elbette müvekkilini savunurken elinden silahı alınmış asker gibi kalacak.


Tüm bunlar olurken, kabak elbette savunmaya muhtaç yurttaşın başına patlayacak. Yasalar, güçlendirilmiş kolluk, yaşamdan kopartılmış ve yürütmenin etkisine olabildiğince sokulmuş yargıç ve savcının gücü karşısında yurttaş, iddia ve yargılama makamlarının altında bir yerlerde, cılız bir sesle savunma yapmaya çalışan avukatına sığınacak. Ama nafile.


İzmir Barosu Başkanı Sn. Sema Pektaş'ın dediği gibi ''Kadın her işin ehli değildir. Ehil olmadığı işler vardır.'' anlayışının yargıya yansımasıdır başörtüsü düzenlemesi. Lokal anlamda da,''Avukatlık, devletin buyurgan gücünü temsil eden yargıçlık ve savcılığın altında bir hizmet işidir.'' anlayışıdır. Milletimize hayırlı olsun.


Polis yargıç mı oluyor?

Hürriyet Gazetesinin Manşeti ''Polis Paketi'' idi. Haberin içeriğine bakınca ''Bu kadar da olamaz'' dedim içimden. Zira; habere göre,  “eylem yapma olasılığı olanları” hâkim ve savcı talebi olmaksızın, 12-24 saat gözaltına alma yetkisi veriliyor.''
Bunun anlamı şudur: Polis, bir kimsenin herhangi bir örgüte üye olup olmadığına karar verecek. Sonra, 'çoğun içinde az da vardır' kuralı gereği, (gözaltı yetkisine sahip olduğuna göre) mahkeme kararı olmaksızın arama yapacak. Eğer vatandaşı gözü tutmamışsa 24 saat nezarethanede bekletecek. Sokaklarda artık, genel arama kararları olmaksızın, polisin gözü tutmazsa durdurulup, üzeriniz aranacak. Her eylem öncesi, sendika liderleri 24 saat karakolda misafir(!) edilecekler. 
Böylece ülkede muhalefet yapmak imkansız hale getirilmek isteniyor sanırım. Eğer bir gezi eylemcisiyseniz, yandığınızın resmidir. Evinizin kapısı polise her daim açık demektir. Karakol nezarethanesinden kendinize yer ayırtın. İktidarı rahatsız eden herkese karakolda geceleme yolu görünüyor.
Oysa demokratik bir ülkede özgürlükler, ancak açık ve yakın tehlike anında, yargı kararıyla sınırlandırılabilir. Taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre, ''Herkes, özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir.'' Tutuklama kararı bile ancak; bir suçun işlendiğine dair kuvvetli suç şüphesini gösteren delil varsa, şüphelinin kaçma veya delil karartma yada tanıkları etkileme, onlara baskı yapma olasılığı varsa yargıç tarafından verilebilir. Şimdi tüm bu evrensel ilkeleri bir tarafa bırakıp, polise şüphelendiğini 24 saat hapsetme yetkisi verilirse, vay memleketin haline. Nasrettin hocanın hikayesi gibi, suç işlemeden önce peşinen çekilecek ceza.
Demokratik pakette, terör suçu sabıkalılarına da siyasi partilere üye olma hakkı tanınacağı açıklanmıştı. Demek ki artık; terör suçu işleyenlere siyasi haklar verilirken, muhalif olanların özgürlük ve güvenlik hakları ellerinden alınacak. Bir başka deyişle ''terör hükümlüsüne hak verilirken, sokaktaki adama gözaltı hakkı geliyor.'' Hem de yargı, baypas edilerek. Ne diyelim, bu da hayırlı olsun.