Aday ülke konumundaki Türkiye için, AB Komisyonu tarafından hazırlanan “2021 Türkiye Raporu” 19 Ekim 2021 günü açıklandı.

Söz konusu bu raporlar 1998'den bu yana, 2016 yılına kadar “İlerleme Raporu” adıyla, sonrasında ise “Ülke Raporu” adıyla 23 yıldır yayınlanmaktadır.

Ama öncelikle bu konuyla ilgili, önceki yazılarımda da belirtmeye çalıştığım bir durumun altını, özellikle bir kez daha çizmek istedim.

AB, küresel kapitalist sistemin Avrupa kanadıdır. Küresel sistemin koruyucusu olan NATO'nun merkezidir. Burjuva devlet yapısının ve burjuva kültürünün doğum yeridir.

Ve Türkiye kuruluşundan bugüne, kendini hep Batılı gibi görmüş ve de böyle bir sistemin içine, bu olguları bilerek girmek istemiştir.

Bugüne kadar mecliste yer alan hiçbir siyaset de buna ‘hayır’ dememiştir.

Sanırım AB raporlarına bu pencereden bakmak daha uygun olacaktır.

* * *

Türkiye’nin AB süreci 1959’da başlayan ve devam eden bir süreçtir.

İlk olarak Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes döneminde, o günkü adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) 1959’da yapılan başvuruyla başlamıştır.

1963'te Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan İsmet İnönü döneminde “Ankara Antlaşması”nın imzalanmasıyla…

1987'de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal döneminde “tam üyeliğe” başvurulmasıyla…

1995'te Cumurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller döneminde “Gümrük Birliği”nin imzalanmasıyla…

1999'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit döneminde “aday ülke” olarak kabul edilmesiyle…

3 Ekim 2005'te ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Tayyip Erdoğan döneminde “üyelik müzakerelerinin” başlamasıyla…

Ve 2016’dan itibaren müzakerelerin giderek durdurulmasıyla, bugün tam 62 yıllık bir serüvendir Türkiye’nin AB süreci.

Ve de bu serüvenin daha ne kadar süreceği de belli değildir.

* * *

1998’den bugüne, 23 yıldır yayınlanan tüm AB raporlarında Türkiye için ağır eleştiriler yapılmıştır. Nitekim 2021 raporunda da:

“Demokratik kurumlarının işleyişinde ciddi eksiklikler olduğu…”

“Yönetimin hesap verebilirliği konusundaki endişelerin devam ettiği…”

“Yolsuzlukla mücadele konusunda ilerleme kaydedilmediği…”

“Uluslararası yükümlülüklere uyumlu, yolsuzlukla mücadele kurumlarının oluşturulmadığı...”

Ve de “Kamu yönetimi reformu alanında herhangi bir ilerleme kaydedilmediği, reform için siyasi iradenin yetersiz olduğu…” ifade edilmiştir.

* * *

Devam edelim:

“Yönetim siyasallaşmayı sürdürmekte…”

“Derin siyasi kutuplaşma devam etmekte…”

“Sivil toplum sürekli baskıyla karşı karşıya kalmakta...”

“Temmuz 2018’de olağanüstü hale son verilmesine rağmen ‘olağanüstü uygulamalar’ halen sürmekte...”

“Gazetecilere, yazarlara, akademisyenlere, insan hakları savunucuları ve eleştirel seslere yönelik kapsamlı kısıtlamalar otosansüre yol açmakta…”

Ve de “İfade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğüne yönelik kısıtlamalarla sivil toplumun özgürce faaliyet alanı giderek azalmakta” denilmiştir.

* * *

Ve yine devamla:

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde yapısal eksikliklerin sürdüğü…”

“Meclisin hükümeti denetleyecek gerekli araçlara sahip olmadığı…”

“Yasama, yürütme ve yargı arasında güçlü ve etkin bir kuvvetler ayrılığı sağlanmadığı, gücün Cumhurbaşkanlığı’nda merkezileştirildiği…”

Ve de özellikle “Yargı bağımsızlığındaki sistematik eksikliklerin, hakim ve savcılar üzerindeki baskının endişe kaynağı olmayı sürdürdüğü” ifade edilmiştir.

* * *

Maalesef Türkiye için tutulan “sicil” bu olmuştur.

Elbette her raporda olduğu gibi bu sicile karşı tepki gösterilmiştir.

Ve de “Ülkemizle ilişkilerde yine çifte standartlı yaklaşımın sergilendiği bir Türkiye Raporu yayımlanmıştır” denilmiştir.

“Özellikle siyasi kriterler ile ‘Yargı ve Temel Haklar’ faslındaki mesnetsiz iddiaları ve haksız eleştirileri kabul etmiyoruz” denilmiştir.

Denilmiştir ama AB'nin de aday ülkelerden istediği kriterler vardır ve de olacaktır.

Sonuçta “Kendimizi başka yerde değil Avrupa’da görüyoruz” deniliyor ise bu kriterler paylaşılmalı, gereği yerine getirilmelidir.

Ya da AB kapılarında kapıkulu gibi beklenmemeli, içeriye hamaset yapılmamalıdır.