Atatürk’le başladık ya; bugün de size, pek bilinmeyen Atatürk ve Latife Hanım ilişkisinden bir kesit anlatacağım.

Atatürk’ün boşandıktan sonra, yakın çevresine, ‘Latife Hanım, kafamda bir çiviydi; söküp attım. Ama yeri hep boş kaldı; onu çok arıyor ve çok özlüyorum …’ dediği Latife Hanım; uzun süredir görmediği (boşandığı) eşini, Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında; bitkin bir halde, ölümü bekleyen halini görünce çok kötü olur, konuşamaz.

Onu teselli etmek Atatürk’e düşer.

Latife Hanım’a, hastalığını ve öleceğini anlattıktan sonra; “İkimiz de çok yanlış işler yaptık Latife çok… Ancak her ikimiz de hatalarımızdan pişman olacak, bunu dillendirecek yapıda kişiler değiliz. Yaptığımız hatalarımızı; onurumuzla, gururumuzla taşıdık ve sakladık. Onun için ben üzülmüyorum sen de üzülme Latife” der.

Ve ekler; “Unutma, ayrılırken bana asker sözü verdin. Sen benim yaverimdin, yaverim olarak da kalacaksın Evliliğimiz ve özel hayatımız konusunda hiç kimseye en ufak bir şey söylemeyeceksin. Bu sözünü hiç unutma.”

Evliliği boyunca saygıda hiç kusur etmediği Latife Hanım’a; “Üzülme Latife, Cennette, senin gibi kadife tenli, kara gözlü huriler varmış…” esprisiyle de veda eder.

Eşinden özel hayatları hakkında konuşmama sözü alan Atatürk, Latife Hanım’a, “Ben öldükten sonra ortalık karışabilir. Ortalık düzelinceye kadar yurtdışına çık lütfen” uyarısında bulunur.

Dolmabahçe’den perişan halde çıkan Latife Hanım, ağlaya ağlaya, alelacele bir iki eşyasını alıp, aynı gün İsviçre’ye gider. Ailesi valizlerini sonradan gönderir.

* * *

Latife Hanımın yeğeni Mehmet Sadık Öke (yıllar sonra);Teyzesi Latife Hanım’ın; kansere yakalandığını, bu durumu ailesinden sakladığını; ailesi öğrenince de; “Ben yaşarken iki kere öldüm zaten; biri boşandığımda (1925), diğeri Kemal öldüğünde (1938)… Bundan sonra gerçek anlamda ölsem ne olur, ölmesem ne olur…” dediğini anlatır.

* * *

Ve bir başka bilinmeyen…

Atatürk, Avrupa’da eğitim görmüş, üç lisan bilen, ata binen, araba kullanan teyzem için; ‘o benim dişi versiyonum’ dermiş.

Olmasını istediği hayalindeki Türk kadınını, kanlı canlı karşısında görünce; hayallerinin ve özlemlerinin ilahi takdiri olarak görmüş (herhalde) teyzemi…

Latife Hanım’ı, gücünün ve düşüncelerinin yansıması olarak gördüğü için bu güce aşık olmuş (galiba) Atatürk.

Ama daha sonra bu güç, kendisine ağır gelmeye; eşi ile silah ve masa arkadaşları arasında kalmaya başlamış.

Gündüz, yoktan var edilmiş bir ülkeyi diriltme çalışmaları; akşamları da o günün değerlendirildiği, yarınların tartışıldığı, kurulan ya da kurulması düşünülen fabrikaların, açılması gereken kara ve tren yollarının tartışıldığı içkili sofralar…

Latife teyzem, işte bu duruma isyan etmiş ve Atatürk’ten bir kadehte kalıp, masa arkadaşlarına ayırdığı vakti kendisine ayırmasını istemiş.

Ama o bir Atatürk, oturulan mekân da Atatürklü bir içki sofrası. Atatürk bırakmak istese de arkadaşlarının onu bırakması olacak şey değil.

Paşa, o sofralara otursa bir türlü, oturmasa bir türlü…

İki arada bir derede Paşa.

Boşanmaya giden süreç de böyle başlıyor.

* * *

30 Eylül 1924.

Erzurum’da büyük bir deprem oluyor.

Paşa kısa bir süre önce kalp krizi geçirmiş. Yorgun(lar).

Ama Erzurum’a gidip, Erzurum halkıyla birlikte olup, yaşanan acıyı da birlikte paylaşmak durumundalar.

Erzurum’a gidiyorlar.

Latife Hanım, orada içmemesi konusunda Paşa’dan söz alıyor.

Yaşanan depreme, yaşanan acılara rağmen çok büyük bir coşkuyla karşılanıyorlar Erzurum’da..

Yıkılan, yerle bir olan deprem bölgesini birlikte dolaşıyorlar.

Ama burası Türkiye…

Bu ülkede sorunlar, yemek masasında dillendiriliyor.

Sofraya oturuluyor.

Laf lafı, kadehler kadehleri kovalıyor.

Teyzem, ‘Kemal kalkalım’ diyor.

Paşa, ‘birazdan’ diyor.

Paşanın dediği “o birazdan” denen süre uzadıkça uzuyor.

Teyzem bir kez daha “kalkalım” deyince; Paşa ‘Siz kalkınız Latife Hanım’ diyor.

Teyzem belli etmiyor ama çok bozuluyor, kalkıp gidiyor.

Boşanmanın çanı o gün, o dakika çalıyor.

* * *

Latife teyzem, ‘Etrafta o kadar çok ‘halden anlamaz’ vardı ki; nasıl baş edeceğimi bilemedim’ derdi.

Çok hay huylu bir evlilik geçiriyorlar.

E kolay değil tabii ki…

Yeni bir devlet kuruluyor. Lozan yeni imzalanıyor. Irak ve Suriye hattında henüz sınır belirlenmemiş.

Konuşulacak, tartışılacak o denli çok sorun var ki…

Bu arada peş peşe suikastlar düzenleniyor.

Bütün bu hengâmenin arasında evliliklerini sürdürmeye çalışan bir çift.

Bir müddet sonra yoruluyorlar…

Olmuyor. Yürümüyor bu evlilik.

Atatürk, boşanmayı öneriyor ama Teyzem kabul etmiyor.

Ayrılmaları halinde kocasına doğru dürüst bakılmayacağının bilincinde çünkü.

Ama boşanalım diyen de Atatürk.

Boşanıyorlar.

2,5 yıl evli kalıyorlar.

Boşandıktan sonra tek bir telefon konuşmaları var.

Tatsız bir konuşma…

Teyzem, gizli bir polisin kendisini izlediğinin ayırdına varıyor.

Doğal olarak çok sinirleniyor. O sinirle de Paşa’yı arıyor. Tatsız bir üslupla, neden izlendiğini soruyor.

Şaşırıyor Paşa. O bu olaya Teyzemden daha fazla sinirleniyor.

Dönemin (galiba) MİT Başkanı Şükrü Kaya’ya; ‘Siz kim oluyorsunuz da benim karımın arkasına polis takıyorsunuz!?’ diyor. (Paşanın bu olaya çok sinirlendiği; o sinirle, camı pencereyi kırdığı söylenir.)

Bu olayın sonunda Teyzeme, evliliklerini sembolü beyaz güller gönderiyor.

* * *

Serbest Fırka kurulacağı zaman Fethi Bey ve eşi Galiba Hanım tekrar bir araya gelmeleri için büyük çaba sarf ediyorlar.

Fethi Bey ve eşinin bu çabalarına Makbule Hanım da katkıda bulunuyor.

Ama bu girişimi, “olmayacak bir dua” diye niteleyen Teyzem kabul etmiyor.

Teyzem diyor ki; ‘İkibuçuk yıllık evliliğimiz süresince şunu görüp, anladım ki; O ülkesiyle evli. Tüm amacı ve tüm dünyası; ülkesini, çağdaş uygarlık düzeyine eriştirmek. Gözü ve gönlü ülkesinden başka bir şey görmez, görmüyor. Ülkesiyle yatıp, ülkesiyle kalkıyor. Rahat bırakmak gerekiyordu adamı…’

* * *

Baba evine dönen teyzem, 1938 yılının Ekim ayında gelen telefonla Dolmabahçe Sarayına gidiyor ve taparcasına sevdiği eşini ölüm yatağında görüyor.

Sonrası malum…”