Son yazım, “Neden (arı) Türkçe” adlı yazımı şöyle bitirmiştim.

“Arapça kutsal bir dil değildir.

Arap Ulusu da kutsal bir ulus değildir..

Tengri, Tanrı, Yaradan, Allah, Rab, Hüda… bunların hepsi eş anlamlıdır, yani anlamdaştır.

‘Kur’anı Kerim’i, Arapça okumanın sevap olduğu’ tezi de yalan ve uydurmadır.

Okuyup da ya da okuduğunu sanıp da; ne yazdığını, ne dediğini anlamadığın (her tür) kitap, senin kitabın değildir.

Ne mutlu Türküm diyene…

Ne mutlu Türkçe konuşana…

Ne mutlu dilini koruyup, kollayana…

Ne mutlu diline sahip çıkına...”

… …

Kaldığım yerden devam ediyorum…

* * *

Arapça kutsal bir dil değildir.

İslamiyet öncesinde kullanılan Arapça ne ise; İslamiyet sonrasında kullanılan Arapça da odur.

Bir olgu öncesinde ve sonrasında aynı olan bir dil; nasıl olur da sonradan kutsal olur?

Bu dile kutsallık yükleyen çevreler, İslamiyet’in, “anlaşılmadan yaşanmasını isteyen” çevrelerdir.

İslamiyet’in anlaşılmadan yaşanmasını isteyen, herkesin bildiği o çevreler; Kur’anı Kerim’i Türkçeye çevirten ve ezanı Türkçe okutan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e o nedenle düşmandır.

Hurafelerle bezeyip, anlaşılmaz hale getirdikleri İslamiyet’i; anlaşılır hale getirdiği için sevmezler Ulu Önder’i…

Nitekim “İslamiyet’in anlaşılmadan yaşanmasını isteyen” bu çevreler, Ulu Önder’in ölümüyle birlikte, dil, din ve ulus kavramlarında yeniden bozgunculuğa ve bölücülüğe başlamışlar; başarılı da olmuşlardır.

Hiç kimse, hiçbir dile, hiçbir ulusa kutsallık yüklemeye kalkmasın.

İlle de bir kutsallık yüklenecekse; her dil, her ulus (kendi ölçeğinde) kutsaldır.

* * *

Arapçayı kutsallaştırıp, İslamiyet’in anlaşılmadan yaşanmasına neden olanların düştüğü gülünç durumla ilgili, Osmanlı döneminde yaşanmış bir öykücükle yazımı sonlandırmak istiyorum.

… …

Osmanlı’nın Osmancık Taburu, Suud Çölleri’nde; aç Araplara gıda yardımı yapıyor.

Arap Bedevi kadınları da ellerinde defler eşliğinde, yanık sesle bir türkü söylüyorlar.

Türkünün konusu da deve etinin lezzeti…

Bu etin kebabının, haşlamasının, kızartmasının ne kadar lezzetli olduğu, yanık bir makamla anlatılıyor.

Töreni tertipleyen Osmanlı Teşkilatı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı Bey, bir bakıyor ki; hazır ol vaziyetinde olan Anadolu’nun aslan yapılı Osmancık Taburu’nun erlerinden bazıları, Arapça deve eti kasidesini dinlerken hüngür hüngür ağlıyor.

İyi derecede Arapça bilen Eşref Bey, büyük bir şaşkınlık içinde, o erlerden birine ‘Oğlum niye ağlıyorsunuz?’ diye soruyor.

Hazır ol vaziyetindeki Mehmetçik, durumu değiştirmeden yanıt veriyor.

‘Kumandanım ne güzel Kuran okuyorlar…’

Bu saf, pırıl pırıl yürekli Anadolu çocuğunun duyguları önünde gözleri dolan Eşref Bey dayanamıyor:

“O yoksul bedevi kadınları, kendilerine dağıtılacak olan deve etinin lezzetini anlatan bir kaside okuyorlar… Kesin lan ağlamayı…” deyip azarlıyor ağlayan erlerini…

* * *

Şimdi bu olaya ağlamalı mı gülmeli mi?

Osmanlı'dan bugüne, durum (hâlâ) değişmediğine göre ağlamayı sürdürelim bence.

Dipçe: Bu arada, bu yazdıklarıma, “Arap ya da Arapça düşmanlığı yapıyorsunuz!" biçiminde yaklaşanlar olursa, onlara bir diyeceğim var.

Bu dinin ve bu toplumun, okuduğunu anlayanlara gereksinimi var; öküzün altında buzağı arayanlara değil…