“Yeni anayasa hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve
doktrinin mührünü taşımamalıdır. Anayasanın taşıması gereken tek mühür,
milletimizin mührü olmalıdır”
Bu veciz (!) ifade kimin olabilir ki?
Alın size bilmece, bildirmece, dil üstünde kaydırmaca…
Bulabildiniz mi?
İki Abdullah’tan biri olabilir ama hangisi?
Ya İmralı’daki mahkûm, terörist başı Abdullah Öcalan, ya da
864 rakımlı tepenin kiracısı Abdullah Gül…
Her ikisi de siyasete yol haritası çizmekte birbirleriyle
adeta yarışmaktadırlar. Son dönemde bazı söylemler ve eylemler öyle örtüştü ki
gel de çık işin içinden…
Trafik karışıyor, hangi Abdullah ne söylemiş, bilemiyoruz.
Yaz lafı tahtaya, bul cevabını…
Aslında cevabını almasına alıyoruz da, malum hafızayı beşer
nisyanla malûldür.
Amerikalıların "aptal kutusu" dedikleri
televizyon, milletin kapatıldığı dev bir gettoya dönüştürülmüştür. Yazılı ve
görsel medya yayınları gettoya kapatılan millete, öldürücü zehirli gazdan önce,
uyuşturucu vermektedir...
Getto deyince ilk akla gelen, azılı faşist Hitler’in 1940’lı
yılların Almanya’sında Yahudileri kapattığı gettolardır. Gettoların uzantısı
ise toplama kampları ve gaz odalarıdır.
Günümüzde “ileri demokrasi”nin ustalık dönemindeki gaz
odaları ise televizyon izlenen her yerdir. Mikro çipli banka kartları ile
izliyorlar ne aldığımızı, yiyip içtiğimizi. Cep telefonları “Büyük Abi”nin
gözetleme noktalarına sinyal göndermektedir bulunduğunuz yeri, ne neler
konuştuğunuzu kimlerle.
Kısacası hiç farkında olmadan, sabun fabrikalarına
gönderileceğimiz günleri beklemekteyiz.
Acı eşiği böylesine yüksek bir çağı zor yazar tarihler…
Borç, borç üstüne… Al birinden, ver ötekine… “Aman kemerleri çözmeyin…”
buyurmuş Merkez Bankası Başkanı…
Kemerleri çözmesine çözmeyelim de, birileri kemer yerine
artık Türk milletinin Made in USA sicimleri kullandığını fark etmelidir. Ama,
aması var işte…
Elektrik, doğalgaz, benzin zamları çapraz tarıyor… Ne bir
ses, ne de nefes… Temel fıkrası gibi hayatlar. Benzin zammını duyan Temel, “Ben
hep 50 liralık alıyorum, fark etmez…” demiş ya… Aynen öyle…
Biz de başta devlet olmak üzere her gün biraz daha
borçlanıyoruz. Fark etmez işte…
Toplum mühendisliği denen icat harikalar yaratıyor… “Gel…”
denince, gelen… “Git…” denince giden, uzaktan kumandalı robotlar yaratma sanatı
bu olsa gerek. Japonlar hâlâ fabrikada çalışacak robot peşinde koşsunlar… Biz,
övünmek gibi olmasın, hiç masraf etmeden, üstelik hiç çaba göstermeden
robotlaştırıldık. Yaşasın aptal kutusu gettolar… Düşünmekten, üretmekten
kurtardı bizi…
Bir ses… “Ülkelerden ırak… Yüzünüze güller… İleri
demokrasiler olsun. Sen de pek ideolojik konuşuyorsun arkadaş… Gül gibi geçinip
gidiyoruz şunun şurasında… Ortadoğu, Balkanlar bizden soruluyor…”
Ortadoğu ve Balkanlar bizden sorulur (!) lâkin “Büyük
Abi”nin tavsiyelerine ve bize verdiği görevler çerçevesinde yerine getiririz
sorumluluğumuzu…
!!!
Nereden başlasak, nasıl söylesek?
Topluma karşı psikolojik harekât uzun yıllardır sürmektedir.
Şu insan belleği ah, bir de unutma özürlü olmasa… Milli hafıza yok olmasa...
Yıllarca bu toplum daha televizyonun tek kanallı olduğu
yıllardan başlayarak yakalanan silahlar ve bombalarla kitapların birlikte
sergilendiği haberleri izleyerek şartlandırılmıştır.
“İdeolojik yayın”, “İdeolojik örgüt”… “İdeolojik parti”…
Emperyalizmin uzantı dosyası anlayışlar ideoloji kavramını
“kötü kadın”, “vurun kahpeye” amaçlı olarak kullanmışlardır. Burada asıl amaç,
mevcut iktidarların, kitleleri, bir yandan var olan sosyal muhalefetin kötü ve
zararlı olduğuna inandırmak, bir yandan da baskı altına alarak kendi
egemenliğini pekiştirmektir. Bu uygulamada yalan haberle, suyu bulandırma ve
toplumsal algıyı güdüleme esastır.
Bugün “Sen ideolojik düşünüyorsun…” diyenlerin büyük bir
çoğunluğu bu psikolojik savaşın mağdurları ve onların çocuklarıdır.
Bir arkadaşım, “Ben çocuklarımı siyasi görüşünüz olsun, ama
siyasi mensubiyetiniz olmasın diye yetiştirdim…” demektedir. Eskiler askere gidenlere nasihat ederlerdi,
“Kaçma, karışma, çalışma…” diye… Ekende yok, biçende yok… Fikri var, zikri yok…
Bilmece gibi oldu galiba… Bu nedir? Arkadaşın ifadesiyle söyleyelim, “İkisi de
Atatürkçü…” Bu arada değinmeden
geçemeyeceğim. Yapılan bir ankete göre AKP'ye oy veren üç buçuk milyon kişi
kendini "Atatürkçü ve Kemalist" (!) olarak nitelemiş. Bu üç buçuk
milyon Kemalist ve Atatürkçü iseler, altmışına merdiven dayamış bendeniz de
Marlon Brando'yum...
Hâlbuki her düşünce ve davranış biçimi bir ideolojinin
karşılığıdır. Günümüz Türkiye’sinde “Ben politikadan nefret ediyorum…”, “Ben
çocuğumun politikayla ilgilenmesini istemiyorum…” diyenler çoğunluktaysa, bu
ifadelerin kökleri 1970’li, 1980’li yıllarda egemen güçlerin ektikleri
tohumlarda aranmalıdır. Ayrıca 12 Eylül 1980’den sonra toplumun apolitize
edilmesi göstere, göstere uygulanmıştır. Şöyle bir etrafımıza bakalım, “Biz
politikayla uğraştık da ne oldu? Bari çocuğum bulaşmasın…” diyen ne çok insan
görürüz. Ancak bu ifade ve duruşa Cumhuriyet düşmanı, karşıdevrimci cenahlarda
rastlayamazsınız. Onlar çocuklarını kendi ideolojileri doğrultusunda
yetiştirmiş ve yetiştirmektedirler.
“Ben Atatürkçüyüm, laikim, Cumhuriyetçiyim…” diyenler ise
apolitik rüzgârlarla yelkenini şişirtmiş, tekneyi karaya oturtan acemi
kaptanlardır. Geldiğimiz kara taş, son 30 yılın hasadıdır.
Eskiler, “tarif, ağyarına mani, efradına cami olmalıdır”
demişlerdir. Anlamı, tarifin tarif edilen hususa ait bütün nitelikleri
toplaması, ondan farklı olan nitelikleri dışta bırakması, bulundurmaması
demektir.
İdeoloji: Genel olarak siyasi ya da toplumsal bir öğreti
meydana getiren, siyasi ve toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler
sistemidir. Bir topluma, bir döneme ya da toplumsal bir sınıfa özgü görüş ve
inançlar bütünüdür. Toplumsal bir durumu yansıtan düşünceler dizgesidir.
İnsanların kendi varoluş koşulları ve ilişkilerinden doğan yaşam tarzlarıyla
ilgili tasarımların tümüdür. Veya özetlersek,
politik bakış açılarıyla birleşen ve siyasi bir öğretiyi meydana getiren
genel düşüncelerdir.
Konumuz anayasa olduğuna göre bu bağlamda söylenecek her şey
de ideolojiktir. Birileri tıpkı 12 Eylül 2010 referandumunda olduğu gibi yapılacak
değişikliğin nelere mal olacağını Türk milletinden saklamak için dört kol çengi
olmuş dönmektedir.
Ama bazıları da çengiliği bırakın bir kenara, tarafsızlık
duvarının dibine çökmüş bir köçek olarak sıranın kendisine gelmesini
beklemektedir.
Ogün bir gelsin, siz seyredin hali pür melâli… Salon
toplantıları, kültür merkezlerinde paneller… Vatandaşın kapısını çalmak mı?
Bırakın canım o eğitimsiz cahil halkı…
ABD ve AB’nin dayattığı Anayasa eğer hayata geçerse
gözlerini açtığında topraklarını yitirmiş, elinde İncil’le bakakalan
Afrikalılara dönecek olduğumuzu kanla, irfanla, devrimle kurulmuş Cumhuriyet’in
güzel insanlarına anlatmak ve mutlaka anlatmak zorundayız. “Kapıları çalan
benim, amca teyze bir imza ver” der ya Nazım Hikmet… Çalınacak kapılar arasında
majestelerinin muhalefeti haline getirilmiş partilerin de olduğunu
söylemeliyim. Ey partiler, sendikalar, dernekler… Demokratik kitle örgütleri…
Siz de mi CFR’nin memorandumu ile kuruldunuz? Yoksa…
Yoksa sizi inceden inceye içerden dönüştürdüler mi? Yıkın,
şu aptal kutusu gettoyu…
Ne dersiniz, ilk önce kendi kapılarımızı çalmakla başlayalım
mı işe?
Kapıları çalan Mustafa Kemal… Amca, teyze, Kazım Bey,
Mühendis Ali, Doktor Güler ve sen öğretmenim imza, bir imza ver…