(8 yıl öncesinden, 2006 yılından bir yazı...)

Geçen gün Bolu Dağındaki lokantalardan birinde bir aile dostumuzla birlikte yemek yiyoruz. Lokantadaki yoğurt, köfte ve bal şahane. Ya balın yanındaki yağa ne demeli…
Lokantadaki yiyeceklerin bu lezzetini görünce şöyle bir düşünüp gerilere, bundan 40-50 yıl öncesine gidiyorum.
O zamanlar Çorum’daki yiyecekler de böyle tatlı, katkısız ve de kazıksızdı. Ya şimdi?
Ekmekte bile 40 çeşit katkı var. Hayvanların yeminde kemik unu, balık unu, hormon ve bin bir çeşit ilaçlar var. Sebzelerde de yine öyle ölçüsüz suni gübreler. Gıda maddelerine ağza hoş gelsin diye katılan katkı ve boya maddeleri de işin cabası.
Lokantanın sahibine, yiyeceklerin böyle leziz oluşlarının sebebini soruyoruz. “Bunlar yayla malı. Suni katkı maddesi yok. Yem bile yemez bizim kestiğimiz hayvanlar. Yaylada, çayırda ne bulurlarsa onu yerler. Suda klor, havada mazot yok. Ot, gübre yüzü görmez, gökten ne yağarsa onu alır, onu kabullenir. İşin, sözün özü bu” diyerek, durumu özetliyor.
Bu gün, tüm orta yaşlı erkekler, ”anamın yemekleri” der de başka bir şey demezler. Rahmetlik anam bir patlıcan oturtma yapardı, parmaklarını yerdin. Bir de bağdan Ahmet Bey üzümü gelmişse değmeyin gitsin. Şöyle pilav, sadeyağda pişip, üzerine de yine az yanmış sadeyağ dökülmüşse ister karıştır ye, ister karıştırmadan ye. Mis gibi kokusunu koklaya koklaya ye babam ye!
Tabii yiyeceklerin böyle güzel ve lezzetli olmasında, o zamanlar her şeyin katkısız, saf ve temiz oluşunun da büyük etkisi vardı. Bu sebeplerin yanında en önemli sebep te “ana yemeği” oluşuydu.
Ana yemeği başkadır, Ana yüreği gibi. O yemeklere anamız, emeğini, ana yüreğini, ana sevgisini de katardı.
O cennet kapısını açasıca elleriyle yoğurduğu hamurun, açtığı yufkaların, yaptığı böreklerin yerini tutar mı şimdi katkı maddeleriyle çarşıda yapılanlar…
Odun ateşinde aheste pişen yemekle, harlı alevde, tüplü ocakta pişen yemek bir olur mu? Olmaz! Tandırda pişen keşkeği şimdi ara da bul. O yarma nerdedir ki, kaldı mı ki bu günde?
Tabii ki eşlerimiz de çok güzel yemekler yapıyorlar ama biz, o yemekleri, anamızın yemeğini yediğimiz ağzı kaybettik. Dil paslandı, damak yaşlandı. İnci diş gitti, yerine takma diş girdi.
Nasıl ki kulak duymadığı, göz görmediği için onun yerine koyduğun takma kulaklıkla ne kadar işitiyorsan, takma gözlükle ne kadar görebiliyorsan tat alma duygun da öyle yarım oldu. Bir şeylerin bir yerlerden fire verdi.
Yukarda o ağızdan, o ağızda kaybedilenlerden bahsettik te, evliyanın birisi dergâhında müritlerine yemekler verirmiş. Yemek olmadığı zamanlarda da dua eder, yüce Allah ta bu kulunun duasına karşılık güzel yemekler ihsan edermiş. Müritler de bu yemeklerle karınlarını bir güzel doyurur, ibadetleriyle de şükürler ederlermiş. Şeyhlerinin olmadığı bir gün yemek vakti gelince müritlerden birisi, “nasıl olsa duasını biliyoruz, bu gün de biz dua edelim de yemekler gelsin” demiş. Bunun üzerine başlamışlar duaya ama ne gelen var ne giden. O sırada yanlarına gelen yaşlı bir dervişe olayı anlatmışlar. Derviş te, “Oğul oğul! Dua aynı dua da, ağız aynı ağız değil!” demiş.
O hesap, bizim ağız da aynı ağız ama anamızın yaptığı yemeği yiyen ağız değil. Dil paslanmış, damak yaşlanmış. İnci gibi diş gitmiş yerine takma diş gelmiş. Yama gibi.
İYİ TAKMA DİŞLER!
Sıhhat, afiyet, huzur dolu ikinci baharlar dilerim efendim.
Saygı ve sevgilerimle.
03.07.2006