Almak ve vermek üzerine kurguluya gelmişiz, yaşamlarımızı.

“Almak ve vermek, karşılıklı olmalı” diyenlerimiz de var; alırken büyük bir keyifle alan ama verirken, eli titreyenlerimiz de var.

Aldığı kadar vermek isteyenlerimiz; karşılıksız alışverişe sırtını dönenlerimiz de var.

Bütün bunların yanında, bir de; gelene, getirilene, verilene bakmadan, verenler var.

Ama bu arada, kendisine verileni düşünmeden; karşılık beklemeden vermiş olmanın dayanılmaz mutluluğunu yaşamayı, onur sayanlarımız da var.

İşte sevgi, böyle düşünenlerin, yüreğinde yatar.

Böylesi insanlar, sevginin ve sevmenin doruğuna erişmiş insanlardır.

Yüreklerinde bir çocuk gibi büyüttükleri sevgiyle yoğrulmuşlardır.

Sevgi saçarlar çevrelerine…

İyilik, güzellik saçarlar…

İnsanlık saçarlar…

“O bana şu kadar verdi, günü gelince ben de ona o kadar veririm” lerin kaydedildiği bir bakkal defteri değildir, yaşamlarımız.

Sevginin maliyeti yoktur; dolayısıyla kârı da olmaz / olamaz.

Bu böyle bilinmeli, olaya böyle yaklaşılmalıdır.

Aksi tavırlar ve düşünceler, insancıl değildir.

* * *

Sözü, bir anıma getirmek için anlattım bütün bunları

Yetmişli yılların sonu ya da seksenlerin hemen başı…

Henüz küçük bir çocuğum.

Ortaokuldayım ve çalışkan bir öğrenciyim, yazım da güzel.

Yeğenimin sünneti var.

Ve o gün için bir görev verildi bana.

Elime bir tükenmez kalem, bir de defter tutuşturulup, sünnet olan yeğenimin yanında oturtuldum.

Yanı başımızdaki masada lokum ve finger bisküvi var.

Davetliler yemeğe geçmeden önce masaya uğruyor; sünnet çocuğuna para takıyor, çok nadiren de altın.

Sonra kolonya dökülüyor eline ve iki finger bisküvi ve lokum kasasından bir lokum alınıyor; lokum, bisküvi arasına sıkıştırılıp, alınıp gidiliyor.

Yanıma verilen ve gelen herkesi tanıyan biri var.

O kişi, bana, çocuğa takı takanın (ya da verenin) adını söylüyor; ben de elime tutuşturulan deftere kaydediyorum…

Bazen de takı takan kişi, takıyı takarken ya da verirken direkt olarak adını soyadını bizzat kendi söylüyor.…

Şu kadar para verdim ya da (çok nadiren de olsa) şu kadar altın taktım.

Ben de hemen yazıyorum deftere.

Örneğin Ahmet Çetin… Yanına da taktığını ya da verdiğini nakdi yazıyorum. Elli lira nakit gibi, bir çeyrek altın gibi…

Bu âdetin, vereni rahatsız ettiğini düşünüyorum.

O nedenle, hiç sevmiyorum bu görevi.

Çünkü “ne verirsen onu alırsın” denmek isteniyor, bu uygulamayla.

Ve bu defter (günü geldiğinde, kim ne verdi, ne taktı diye bakılmak üzere) hep saklanıyor.

Günü gelince, sünneti, düğünü olan kişiye; “bunu vermiştin, bunu alırsın” mantığıyla aynı miktarlar, aynı tutarlar veriliyor.

Her şey karşılıklı yani…

Adını yazdıran da, kabullenmiş ki bu durumu, hiç rahatsız değil.

O da biliyor, verdiği kadar alacağını.

Nasıl da karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu bir düzen ama.

Nasıl da hesaplı bir hayat!

Ve de ne rahatsız edici bir bakış açısı.

??!!...

Aldığı kadar vermeyi isteyen bir anlayış.

Oysa böyle olmamalı insani ilişkiler.

Olmamalı, olmamalı ama bunu kabullenmiş o denli geniş bir yöre, o denli çok yöre insanı var ki…

Oysa kimseye mutluluk vermiyor bu âdet…

İnsan gibi insan, aldığına alacağına bakmadan, verebileceği kadar vermeli.

Alma sırası gelince de; verenin içtenliğine bakmalı, verdiğine değil.

Yazarın Notu: Yukarıdaki yazı, ilk kez sosyal medyadan tanıdığım, daha sonra bizzat Menemen’e kadar gidip, kendisini bizzat kliniğinde ziyaret edip, dostluğumu pekiştirdiğim KBB Hastalıkları Uzmanı Op.Dr. Hüsrev Çetin’ e ait.

Sayın Çetin’in olağanüstü güzel şiirleri var.

Tanımakla mutlu olduğum bu güzel insana; köşemden de esenlikler dilemek için bu yazısını köşeme taşıdım.