“Hatta ben yerde bir saman çöpüyüm. Beni havada uçuran Allah’ın kudretinin alameti (hızlı fırtına) rüzgarlardır” dedi.
“Kılıncımı sana vurmayıp ta yere atmamın sebebi şudur: Bizde her yapılan iş Allah içindir. O da ihlas ve samimiyetle yapılır. Böyle bir işe riya karışmaz, nefis karışmaz. Ben Allah için, Allah düşmanı olduğun için, beni öldüreceğin için seni öldürecektim. Sen benim yüzüme tükürünce, nefsim kabardı. Gururum kırıldı. Öfkem azdı. O anda kılıcı vursaydım nefsim için vuracaktım. Halbuki, daha önce tükürmeden olsaydı, Allah için olacaktı. Anladın mı şimdi?” dedi.
Kendi şahsında İslam’ın insanlığa sunduğu güzellikleri anlatmaya devam ederek, öldürmek üzere olduğu, fakat Hz. Ali’nin yüzüne tüküren hasmının Müslüman olmasını temin etmek için gayret gösteriyordu. Ve diyordu ki; “Öfke ve gadap, insanı insanlığından çıkarıp canavarlar seviyesine düşüren bir olgudur.”
Öfke coşmuş bir sel, kudurmuş bir kuduz köpek gibidir. Önüne geleni yutar, ısırır ve öldürür. Öfke nefistendir. Nefis ise insanın en büyük düşmanıdır. Nefis düşmanını yenemeyen, gerçek düşmanını yenemez. Nefsini yenen şeytanını yener. Nefis şeytanını yenen ulu Allah’ın izni ile görünmeyeni görür, bilinmeyeni bilir, yenilmeyeni yener.
“Haşm ber Şahan Şehü Mara Ğulam
Hasm ra Hem besteem Ziri Legam”
Yani, Hz. Ali R.A. hasmına diyor ki;
“Gazap padişahların şahı, fakat bizim kölemizdir. Ben gadabın ağzına gem vurmuşum. Onu kendime köle etmişim. Nasıl olur da efendi, gadap kölesine köle olur.
-Hakkın gazabını önleyen, gazabını yenmektir. Benim künyem Ebuturabtır. Benim gönlüm toprak altındadır, yerlerdedir. Göklerde değildir. (Yani alçak gönüllüyümdür.)
Ebu Turab lakabı Hz. Ali’ye bizzat R.SAV. tarafından verilmişti. Müreysi gazvesinde harbin şiddetinden Hz. Ali’nin yüzü gözü elbisesi toz toprak içinde kalmışmış. Haydarı Kerrar, (döne döne harbeden demek) bu halde görünce; toprağın oğlu manasına Ebu Turab buyurmuştur. Sırtını yere, dağa dayayan en güçlü yere dayanmış demektir. Hz. Ali R.A. daima arkasını gören ve kollayan ve öyle çarpışan bir cengaverdi.
Yeri gelmişken bir rüyayı da bu arada zikredelim. Yanılmıyorsam eğer, 5. Ahmet, (Sultan Ahmet) camisini yaptıran padişah Macarlarla yapılacak bir harbe hazırlanırken, bir rüya görüyor. Rüyasında Macar Kralı Miluş, 5. Ahmet’le çarpışıyor ve 5. Ahmet’i yere yatırıp göğsüne oturuyor. Korkuyla uyanan padişah bu rüyayı yorumlamak için müneccimbaşını çağırıyor. Rüya yorumcuları, alimler toplanıyorlar. Herkes bu rüyanın hayırlı bir rüya olduğuna dair yorum yapmıyor. Aksini de söyleyemiyorlar. O zaman 5. Ahmet devrinde İstanbul’un manevi önderlerinden olan Aziz Mahmud Hüdayi Hz. vardır. Padişaha rüyanın yorumu için ona müracaat etmelerini öneriyorlar. Padişah bir mektup ve atiye (hediye) ile adamını Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine gönderiyor. Padişahın adamı, kendisine gelmeden malum rüyayı yorumlayan bir mektup yazan Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri padişahın elçisini kapısında karşılıyor. Rüyanın tabir edildiği mektubu elçiye veriyor. Padişahtan gelen ve rüyasının yorumlanması isteğini içeren mektubu hiç açmadan ve hediyesi ile beraber kendi mektubu ile padişaha gönderiyor. Padişaha varan elçi olayı anlatıyor. Götürdüğü mektubu hiç açmadan hediye ile birlikte Hüdayi Hazretlerinin mektubunu padişah 5. Ahmet’e veriyor. Padişah, Hüdayi hazretlerinin mektubunu hararetle açıp okuyor ve Hüdayi hazretleri mektupta padişahın rüyasını şöyle yorumluyor, ve diyor ki; “Değerli padişahım, rüyanızın yorumu şudur; Toprak kainatta en sağlam madde, güçlü varlıktır. Nimetlerin aslı topraktır. İnsanın da en sağlam yeri sırtıdır. Sizin sırtınız yere gelmekle iki güçlü bir araya gelmiştir. Ümit ederim ki, Macar Kralını alt edeceksin. Allah’ın izniyle emin ol. Allah’a güven.” der. Ve gerçekten de öyle olur. Zafer Osmanlı’nın olur. Bu olaydan sonra padişah 5. Ahmet ve Sultan hanım Aziz Mahmut Hüdayi’nin baş müridi olurlar.
SÜRECEK