DÜNYA MALI DÜNYADA KALIR
(BİR HİKAYE, BİR İBRET)

İnsanoğlu, bu dünyaya dünya ve ahiret saadetini, mutluluğunu kazanmak ve bu mutluluğu tatmak için gönderilmiştir. Bunlar ise nimetler ve külfetler olarak önümüze konmuş, nimetlerin elde edilmesi külfetlere bağlanmıştır.
Yol almak yürümekle mümkündür. Oturan bir insan, on sene otursa, yürümezse bir metre yol alamaz. Oturan da çalışmazsa kazanamaz. Bu çok açık ve net bir gerçektir. Ancak çalışmanın, kazanmanın metotlar ve kuralları olduğu gibi, elde edilen nimetlerin, servetlerin kullanımının da esasları vardır. Nasıl kazanmak farzsa, usulüne göre harcamak ta farzdır, yani emirdir.
Emirleri yerine getirmemek suçtur, günahtır. Şimdi durum böyle olunca, insanların hatta canlıların 7’den 70’e gayretleri yaşamak için yemek, yemek için kazanmak, kazanmak için çalışmak esastır.
R.SAV. efendimiz “Yerinde harcanan zenginin malı ne güzel nimettir. Yerinde kullanılmayan, insanların hizmetine sunulmayan servet ne kötü zahmettir” buyuruyor.
Önemli olan, mal ve serveti, imkân ve hizmeti insanlığın hizmetine sunmaktır ve bunları; malı, mülkü, makam ve mevkiyi amaç değil, huzur ve mutluluğun aracı yapabilmektir.
Yüce Allah Hud suresinin 61 ve Rum suresinin dokuzuncu ayetlerinde ad ve samud dünyada ilk barajı yapan kavimle, Yemen’in Sana şehrinde rahmetli Turgut Özal bu barajların kalıntılarını gezmiş, görmüş ve bunu dile getirmişti. Kavimleri çok güçlü, taş işçiliği ile temayüz etmiş. Tarım, bağ, bahçelerin dillere destan olduğu, irem bağları bir kavimdirler. Bunların hükümdarları Şeddat (Hud ve Salih A.S.in kavmidir bunlar) yalancı cennet yapmış, dillere destan süt ve bal ırmaklarını yaptığı cennette akıtmış, insan güzellerinden huriler, gılmanlar, melekler cennete yerleştirmiş, güya tanrılık iddiasında bulunmuş ama sonunda bütün bunlar künfeyekun olmuş. Sel, yel, afat, onları yerle bir etmiştir. Günlerce gölgesi altında yolculuk yapılan bağlar, bahçeler, saraylar, köşkler yerin dibine geçmiştir. Bu Allah’a isyanın sonucudur.
İşte Kur’an’da bu insanların dünyayı nasıl imar ettikleri, ama zevkü sefa fuhşiyatla zulüme daldıkları, Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere nankörlük ettikleri için helak oldukları ibret için bizlere bildirilmiştir.
Şimdi, böyle giriş yaptıktan sonra iki yaşanmış hikaye, olayla konuyu daha anlaşılır hale getirmek istiyorum. Birinci olay şudur;
Zenginliği dillere destan ama arifi billah Allah dostu bir zengin kimse, ölümünü hissedince vereselerini oğullarını ve kızlarını başına toplamış ve şöyle vasiyet etmiş. Büyük oğluna hitaben, ben yakında aranızdan ayrılacağım. Can emanetimi hakka teslim edince beni güzelce yıkayıp kefenleyecekleri sırada çoraplarımdan birini ayaklarıma giydirin, beni öyle defnedin demiş. Zaman gelmiş adamcağız rahmetlik olmuş. Konu-komşu, eş-dostu toplanmışlar. Yıkayıcı (gassal) gelmiş, güzelce yıkamışlar. Kefene sarılacağı sırada, oğlu kefeni saran hocaya, hocam babamın bize önemli bir vasiyeti var. Beni yıkadıktan sonar kefenlerken ayaklarıma çoraplarımı giydirin demişti. Ölüyü yıkayan hoca efendi, hiçbir kitapta böyle sünnet, adet yoktur demiş ise de, oğlu babamın arzusu ne olur çoraplarını giydirelim. Hoca efendi, babanızın bu vasiyeti geçersiz bir vasiyettir. Dinde geçersizdir demiş. Vebali varsa benimdir. Eğer biz bu vasiyeti ölünün arzusunu yaparsak, olmayan bir adeti bidati (sonradan dine sokulan hurafe) koymuş oluruz diyerek çoraplarını giydirmemiş. Kime sordularsa, hoca efendinin yaptığı doğru demişler.
SÜRECEK