Müziğin her türünü severim, ama türkülerimizin yeri ayrıdır benim için…

Türkülerimizi çok severim.

Özellikle Ege Türkülerini...

Ege Türkülerinin içinde de Efe Türkülerini...

Gülerken ağlatan, ağlarken oynatan, oynarken duygulandıran, duygulandırırken düşündüren Ege Türküleri’ni...

Çünkü mis gibi toprak kokar Ege Türküleri...

Mis gibi orman kokar, çam kokar, deniz kokar, sevda kokar, özlem kokar...

Ve direniş kokar, haksızlığa karşı başkaldırı kokar.

Yurt sevgisi kokar.

Ne düzeni bellidir, ne yazanı...

Altlarında imza yoktur ama özünde mangal gibi bir yürek vardır...

Ana sütü kadar ak, ana sütü kadar temizdir...

Bazen acı, bazen neşe, bazen keder, bazen coşku, bazen de isyan vardır bu türkülerde...

Mertlik vardır temelinde, dürüstlük vardır, yurt sevgisi, insan sevgisi, doğa sevgisi vardır.

Bu türkülerle büyüdüm ben...

Bu türkülerle sevdim... Bu türkülerle sevdalandım... Bu türkülerle ağladım... Bu türkülerle coştum... Bu türkülerle oynadım...

Bu türkülerle isyan ettim...

* * *

Geçtiğimiz Pazar 4 Nisan’dı.

Ve 4 Nisan (1953), Çanakkale Boğazında batan Dumlupınar Denizaltımızda şehit olan 81 şehidimizin, şahadet mertebesine erişmelerinin yıl dönümü idi.

Araya güncel yazılar girdi; o günü anmak, bu güne kaldı.

Bugün sizi, o güne götürmek istiyorum.

* * *

Yer Çanakkale Boğazı...

Dumlupınar Denizaltımız, her zamanki uzun ve yorgun seferlerinden, birinden daha dönüyor...

Saat 02.15 suları...

Sessiz, soğuk, karanlık bir gece...

O karanlıkta, Nara Burnu açıklarında, İsveç bandıralı Nabolan Şilebi’yle çarpışıyor...

Denizaltımız başından aldığı bir darbeyle birkaç saniye içinde sulara gömülüyor...

Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığınıyor...

Sağ kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırası aracılığıyla, denizaltıyla temas kuruluyor...

O günün teknik olanaklarına göre kurtarma olasılığı sıfıra yakın olduğu halde, onları kurtarmak için herkes seferber oluyor...

Önce moral ve umut aşılanıyor aşağıdakilere...

Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için de ‘gerekmedikçe konuşmamaları, şarkı-türkü söylememeleri, sigara içmemeleri’ anımsatılıyor.

Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda umutlar tükenince, bu durum; karanlıkta bekleyen 22 kişiye, yalın bir dille anlatılıyor...

Artık ‘konuşabilecekleri, türkü söyleyebilecekleri hatta sigara içebilecekleri...’ söyleniyor.

Kurtarma ekibi, aşağıdan gelen 22 yiğidin hep bir ağızdan haykırdıkları “Vatan Sağ olsun” sözünün ardından söyledikleri “Ah bir ataş ver, sigaramı yakayım” türküsünü duyunca; hıçkıra hıçkara ağlamaya başlıyor.

Hemen ardından da telefon kablosunun aşağıdan kesildiğinin ayırdına varıyorlar.

* * *

Aslında bu türkünün öyküsü, bu değil tabii ki; bu türkü, bu olaydan çok daha önceleri bilinen ve söylenen bir türkü...

Öyküsü de bambaşka...

Ama bu türkü, zaman içersinde bu olayla özdeşleştiriliyor.

Bu olayla birlikte anılır, bu olayla birlikte söylenir oluyor.

Eminim torunlarımız da onların çocuklarının çocukları da bu türküyü, bu öyküyle dillendirip, söyleyeceklerdir.

Ben ne zaman bu türküyü söylesem ya da dinlesem; o gün gelir aklıma. 22 şehidimizin hep bir ağızdan haykırdıkları “Vatan sağ olsun” sözleri, sonra da hep birlikte bu türküyü, söylemeleri; “Ah bir ataş ver, sigaramı yakayım” diye çığrınmaları çınlar kulaklarımda.

Gözlerim dolar.

Tutamam kendimi.

Ağlarım.