Anlatmak istiyordu her şeyi, geceleri gündüz, gündüzleri gece yaparak içindeki yarayı anlatacak bir dil arıyordu. Oturup kaldığı o kimsesizliğin köşesinde içinin çığlıklarına bir karşılık arıyordu, ama içini anlatacak bir ses, bir cümle, bir kelime yoktu. Gözleri nereye takılıp kalıyorsa orayı oyup oyup kanatıyordu. Eksilmişliğini, bölünmüşlüğünü, azalmışlığını hangi dil daha iyi anlatabilirdi?
Onunla sohbetlerinde geceyi yırtan kahkahalarını özlüyordu. Şimdi ise geceye yorgan gibi sarılmaktan başka bir şey elinden gelmiyordu. Yarım kalan hikâyenin, cansız bedenini kollarına verdikleri zaman, aynı mezara kendinin de girdiğini ve üstüne atılan toprakların acıyan yüreğini kapatmaya başladığını hissediyordu.
Sevdiği adam, uzak iklimlerden “Kurşun öldürmez, bu hasret, bu özlem en can acıtanı” diye başlayan mektuplar yazardı. Gittiği yollardan dönmesine az kalmıştı. O, onu sevda türküleri ile karşılamaya hazırlanırken, o, daha dayanamayıp, kırmızılara sarılıp gelmişti. O an kayıp bir masalın karanlığına doğru kaybolmak istedi. Oğlunun daha baba dediğini duyamadan, ona özlemle sarılamadan, derin uçurumun başında ansızın her şey bitmişti. İçinden adını bilemediği, derinliğini çözemediği, gece karanlığı gibi korkular geçmeye başladı.
Gözlerini yorgun dalgalar gibi maviliklere kaldırıp “başka bir dünyada çok sevdiğimiz türkünün aynı notaları olabilir miyiz? Yarım kalan düşlerimizi orada tamamlayabilir miyiz? Sen gökyüzünde bir yıldız, ben sana el sürmeye çalışan bir kuşum, gelip beni de yanına alabilir misin? Yüreğimi avuçlarının içine alıp acısını dindirebilir misin? Hayat senaryosunun o sayfasını yırtıp atabilir misin? Yeniden senin, fırından yeni çıkmış gibi sıcacık sevgi dolu, umut dolu, aşk dolu kollarına başımı dayayıp uyuyabilir miyim? Dedi.
İki arada kalmış gibi bedeninden sessizce çıkan sabır duaları bulutlara değiyordu. Sevdiğinin yanında olmak isterken, minik bir yürek ona sanki başka bir zaman aralığından anne diye sesleniyordu. Babası melek olmuştu ve annesinin de bu dünyadaki meleklik görevini yerine getirmesi gerekiyordu. O minicik yüreği koruyup, kollamalı ve babasının yokluğunu aratmamalıydı.
Bazen işten eve gelirken, dışarının soğuk havasını saklayan, buğulu camlardan içeriye bakardı. Herkes sevdikleriyle mutlu sohbetler eder ve çocuklarıyla oyunlar oynardı. O evlerden içeriye baktığı zamanlar kendini çok mutsuz hissederdi. Herkes kendi masalında mutluydu ve bu kendini çok kötü hissettirirdi. Bir daha artık evlerin camlarına bakmadan yürümeye başladı. Sevdiğinin olduğu günler aklına geldiğinde oturup ağlardı ve minicik eller gelip gözyaşlarını silerdi. Herkes hayatına devam ediyor, acı düştüğü yeri yakıyordu.
Sokaklardaki insanları izliyor, konuşanı, bağıranı, yürüyeni, şarkı söyleyeni herkes kendi dünyasında mutlu gibi gözüküyordu. O da onlar gibi mutluluk oyunu oynamaya çalışıyor ama başaramıyordu.
Gecenin karanlığını yırtarak evine ulaştığında, içindeki boşluk onu yok etmeye çalışıyordu. Biliyordu ki; Allah bizi yoktan var etti ve yine ona döneceğiz ama benim yerim yine sevdiğimin yanı olsun diye dualar ediyordu.
Demlikteki acımış çayı ısıttı, oturdu dışarıya bakan kanepenin üstüne ve çayı acı acı yudumladı.
Sessizce, kimsesizce, gecede bir bekçi gibi sokakları izleyerek.
Belki dedi içinden, “çat kapı gelirsin diye gözlerimi uyutmuyorum”.
Umut işte.
Birbirlerinin karanlığını göremeyen insanlar, kendi karanlıklarında boğulmaya mahkûmdur.