Sözü Abidin Dino’ya bırakalım…
Elimi havaya kaldırarak “Mecitözü”, demişti bir parmağı eksik Komiser Hamdi Bey, “İkamete memursunuz, sizi Mecitözü’ne gönderiyorum…”
Sanırsınız, Sultan İkinci Hamit, bendeleri Abidin kuluna tımar ve zeamet bahşediyor ve el etek öpmemi bekliyor. Oysa Sultan değil, kara kuru, hırçın bir küçük adamdı İkinci Şube Şefi Parmaksız Hamdi.
Ama keyfi yerinde... Etrafında üşüşen, bekleşen sivil polislere sert emirler veriyor, koşuşturuyor, zaman zaman hışımla odada dolanıyor, değil mi ki elindesiniz ve sizin gibi daha nicelerinin, değil mi ki canı isterse kimsenin ruhu duymadan çeşitli yöntemlerle canınıza okuyabilir, Hamdi Bey keyiflenmeyecek de ne yapacak?
Parmaksız Hamdi önce kendi kendine bir şeyler mırıldandı, masadaki kalemlerle oynadı ve sonra memnun bir sesle: “Mecitözü” dedi tekrar.
“Neresi orası?” diyecek oldum.
“Görürsünüz efendim, görürsünüz” karşılığını verdi sırıtkan Komiser, “Sadece biraz uzak, ama iki jandarma refakatinde gidersiniz. Hiç merak etmeyin, neresi olduğunu gösterirler size.”
Derken kafasında ne estiyse, polislere, “Alın götürün şunu!” deyiverdi sertleşerek…
Tamam. Tekrar deliğe tıktılar beni. Çok dar bir yer. Penceresiz. Gece gündüz yanan sert bir elektrik ışığı tepede…
Zarar yok, ama Mecitözü neresi? Nereye düşer, Akdeniz tarafları olsa duyardım adını, Karadeniz’de mi, yoksa Doğu’da mı Mecitözü?
Bu bilmece çok geçmeden çözülecek, kendimi Mecitözü’nde bulacaktım. Çorum’la Amasya arası bir yer. İri bir köyle kasaba arası, hoş…
Haydarpaşa Garı…
Boz Mehmet’le yan yana Sansaryan Han’dan çıkıp, Yeni Cami’nin kuşlarını ürkütüp (elbette yaya ve kelepçeli olarak, ikişer jandarma eşliğinde) hınca hınç Kadıköy vapuruna nasıl bindiğimizi, Haydarpaşa Garı’na nasıl indiğimizi, hele ondan sonraki yolculuğu anlatacak değilim, hem uzun sürer, hem de merak edenler daha güzelini “İnsan Manzaraları”nın Haydarpaşa bölümünü okumakla, seyahatimizin ayrıntılarını üç aşağı, beş yukarı öğrenebilirler.
“Merdiven üstünde güneş / Yorgunluk / Telâş”
Derken, iki jandarma arasında Nudiye Hüseyin’e (*) rastlamayalım mı? Ne garip şey, üzülmeden de edemiyor insan, tutuklu bir tanıdığa rastlayınca!
Tren başında anlaşıldı ki Nudiye ile beraber yolculuk edeceğiz. O yüzden sevinçli o da! İnsanoğlu nelere sevinmiyor ki!
Belki Arif de çıkagelir umuduna kapılmıştım, fakat hayır, Parmaksız Hamdi, Arif’e haşmetlû Erciyes Dağı’nın eteklerinde Develi kasabasını yakıştırmış.
(Bu notlar kırk yıl sonra kaleme alındığı için Arif Dino’nun sürgün yerini Develi olarak hatırlamış olabilir. Ancak kayıtlarda Arif Dino’nun Adana’da sürgün günlerini geçirdiği belirtilmektedir. Bir ihtimal de önce Develi’ye gitmiş, oradan Adana’ya naklini istemiş olabilir. Çünkü Abidin Dino da Mecitözü’nde başlayan sürgününü Arif Adana’da olduğu için naklini isteyerek orada tamamlamıştır.)
Her birimiz başka tarafa. Yollarımız ayrılacaktı ama Boz Mehmet (**) ve Nudiye Hüseyin’le yol arkadaşlığı edecektik (altı jandarmayı saymazsak). Tren yolcuları için oldukça ilginçtik anlayacağınız.
Tren arkadaşlarımı tanıyordum. Boz Mehmet, kimi gün Ahmet Dede ile Beyazıt Kahvesi’ne uğrar, sanat üstüne, siyaset üstüne tartışmalarımıza, şakalarımıza karışırlardı. İkisi, işçi çevresinin görmüş geçirmiş, sevecen bilgeleriydiler, ikisi de cin gibi.
Boz Mehmet’le -tesadüf- Sansaryan Han sefasında yan yana, fakat ayrı ayrı birer “deliğe” tıkılacaktık. Öğretici bir komşuluktu benim için; şimdi de sürgün seferine beraber çıkacaktık…
Nudiye Hüseyin’i, ta 1930’ların başından beri tanırdım. Babıâli’de eli kalem tutan, güzel, kalender bir kadındı.
(SÜRECEK)

Meraklısı için ekler:

(*) Fatma Nudiye Yalçı

1904 İstanbul doğumlu. Deniz Makine Önyüzbaşı Hüseyin Hüsnü’nün kızıdır. İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe eğitiminden sonra, Resimli Ay Dergisi çevresine girerek dönemin aydınlarıyla tanışır. Sabiha ve Zekeriya Sertel’in çıkardığı Resimli Ay Dergisi çevresinde Sertellerden başka, Nazım Hikmet, Vala Nurettin, Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), Sabahattin Ali, Suat Derviş gibi dönemin kalburüstü aydınları toplanmışlardır. Fatma Nudiye de katılır onlara. 1932 Martında Nizamettin Nazif’le evlenir.
1933 yılında Yedigün dergisinde makaleler yazmaya başlar ancak imza olarak kızlık soyadını kullanır. Yedigün dergisindeki yazıları Nudiye Hüseyin imzalıdır. Yine evli olduğu yıllarda yazdığı ve Tiyatro tarihçilerince (Sevda Şener, Özdemir Nutku) repertuara alınacak değerde oyun vermiş ilk kadın yazarımız olarak nitelendirilmesine yol açan tiyatro oyunu “Beyoğlu 1931”i Nudiye Nizamettin diye imzalar. Evlilikleri 1933 sonlarında biter.
Kısa bir zaman sonra dönemin ünlü komünisti Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile tanışır ve birlikte yaşamaya başlarlar. Yaşamlarının sonuna dek süren bu ilişki aynı zamanda mücadele yoldaşlığına da dönüşür. O yıllarda Sovyet Konsolosluğunda Türkçe çevirmeni olarak da çalışmaktadır.
Soyadı Kanunu ile aile Yalçı soyadını alır. Bu yıllarda Kıvılcımlı ile yayınevi ve kitapevi çalışmalarını sürdürürken, kitaplar yazar, çeviriler yapar. 1935 yılında ilk kitabı “Sosyete ve Teknik” Marksizm Bibliyoteği yayınlarından çıkar. Aynı yayınevinden, Karl Marx’tan çevirdiği “Enternasyonal İşçiler Cemiyeti Açış Hitabesi” ve F. Engels’ten çevirdiği “Komünizmin Prensipleri” kitapları yayınlanır.
1936 yılında, yine Kıvılcımlı ile beraber kurdukları Emekçi Kütüphanesi Yayınevi’nden “Güneşin Çocuğu Gölgenin Çocuğu” çocuk kitabı yayınlanır. Ayrıca henüz yayınlanmamış olan, Sosyolojiye Giriş adlı bir kitap çalışması vardır.
1938 yılında Donanma Davası dolayısıyla Kıvılcımlı ile birlikte tutuklanırlar. 4 aylık bir yargılama sonucu, Kıvılcımlı 15, Fatma Nudiye Yalçı 10 yıl hapis cezasına çarptırılır. Aynı davada Nazım Hikmet 15 yıl, Kemal Tahir de 12 yıl hapis cezası almıştır. Sinop Cezaevi’nde aralıksız 10 yıl yatıp tahliye olur.
1950 yılında hapisten çıkan Kıvılcımlı ile yine beraberdirler. 1954 yılında legal komünist çıkış olan Vatan Partisi’ni kurarlar. Parti 1957 seçimlerine katılır. Sınırlı yerlerde az sayıda insanla yapılan seçim mitinglerinin önemli konuşmacılarından biridir F. Nudiye Yalçı.
1957 yılında Vatan Partisine kapatma davası açılır ve tüm yöneticiler tutuklanır. Bu davadan da 2 yıl kadar hapis yatar F. Nudiye.
1965 yılında rahatsızlığı dolayısıyla, Kıvılcımlı’nın önerisiyle tedavi için yurtdışına çıkar. Leipzig’de TKP’nin Sesi radyosunda redaktör olarak çalışır. Birkaç yıl sonra TKP yöneticilerinin isteğiyle emekli edilip Varna’ya yollanır. 1969 Temmuz’unda ölür, 23 Temmuz günü Varna mezarlığına gömülür.

(**) Boz Mehmet (Mehmet Bozışık)

1901 yılında Yunanistan'ın Kavala kentinde doğan Mehmet Bozışık, burada kardeşi Salih Bozışık ile birlikte tütün işçiliğine başladı. Komünist düşünceyle ilk kez burada tanıştı. Türkiye'ye geldiğinde de İstanbul’da tütün işçiliğine devam etti.
Çok geçmeden Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile tanıştı. TKP 1917 Ekim Devrimi'nin 10. yıldönümünde bir bildiri yayımlıyor ve bir günlük iş bırakma çağrısı yapıyordu. Mehmet Bozışık da bu çağrıya uydu. O artık TKP'li bir tütün işçisiydi.
MK ÜYESİ BOZIŞIK
1932 yılında partinin Merkez Komite üyeliğine seçildi. Mücadele yaşamında 9 kez tutuklandı, 16 yıl hapis yattı ve beş kez sürgün cezasına çarptırıldı. Ölümüne kadar 1 Mayıslara, işçi grevlerine, Cumartesi annelerinin eylemlerine, öğrenci direnişlerine katıldı.
Mehmet Bozışık, 27 Ağustos 1998'de Samatya SSK Hastanesi'nde diyaliz makinesine bağlıyken hayata gözlerini yumdu. "Ben Marksist’im. Komünistim. Bu nedenle de dini inancım yoktur. Eğer ölürsem bana dini tören yapmayın,” diyen Bozışık vasiyetine uygun olarak, dini tören yapılmadan ve TKP bayrağına sarılı tabutuyla, 30 Ağustos 1998 Pazar günü toprağa verilmiştir.