Türkiye; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın amiral gemisidir. Anadolu coğrafyası, tarihin her döneminde egemenliğin şifresi olmuştur. Roma İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti’nin haritalarını üst üste koyunuz… Her iki devlet de o çağların başta ticaret kanalları olan İpek ve Baharat Yolu’nu sınırları içinde barındırmaktadırlar. Anadolu bu yolların doğal köprüsüdür.

Emperyalizmin yüz yıl önce Türk milletini tarihten silme planı olan Sevr Anlaşması Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yırtılıp atılmıştır. 20. yüzyılda tarihin seyrini Kemalist Devrim belirlemiştir. Meraklısı için bir parantez açalım. Kemalist Devrim’in işaret fişeği Çanakkale savunmasıdır.

Emperyalizmin elindeki en büyük koz ise sınırları İngiliz ajanları Getrude Bell ve sevgilisi Lawrens tarafından cetvelle çizilen Irak haritasıdır. Bu dönemde kurulan daha doğrusu kurdurulan devletler aşiret yapısı üzerine inşa edilmiş temelsiz yapılardır. İşte koz da budur. Emperyalizm bölgede sorun çıkarmak istediğinde çatışma malzemesi özenle yerleştirilmiştir. 

(Irak neden koz olsun? Üstelik 1912 Balkan Savaşı'ndan sonra kurulan devletler, her ne kadar etnik milliyetçilik körüklenerek çıkarılan isyanlarla bağımsızlığını kazanmışsa da çakma devlet değildir.)

Benzer bir yapı, Osmanlı’nın son dönemimde Balkanlarda etnik ve dinsel ayrılıkların kullanılmasıyla emperyalizmin tarafından kurdurulan devletler için de söz konusudur. Bu yapay devletler emperyalizm bölgeyi terk ettikten sonra oraları rahatlıkla denetim altında tutabilmelerinin altyapısıdır. Bu yapay sınırlar, her an birbirleriyle çatıştırılacak şekilde belirlenmiştir. Bu yoruma acaba diyenlerin yakın dönemde Yugoslavya’da yaşananları hatırlamasını öneririm. Biz denelim Ortadoğu’ya…  

1918 yılında İngiliz Savaş Başkanlığı Ortadoğu’da sınırların açık seçik belirlenmesini isteyince, Getrude Mezopotamya ve İran haritalarını önüne çekmiş ve büyük bir çalışmadan sonra hudut çizgilerini oluşturmuştur. Gertrude Bell, harita üzerinde sınırları çizerken, bağımsızlıklarını henüz kazanmamış bazı ülkeleri de hesaba katarak; İran, Türkiye, Suriye, Kuveyt ve Mezopotamya haritalarını da inceleyerek Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinin Irak topraklarında kalmasına özen göstermiş, yeni kurulacak olan Irak’ın yönetici adaylarını ve yönetim şeklini de kendi düşüncelerine göre belirlediği raporlarını hükümete sunmuştur. (Janet Wallach, Çöl Kraliçesi, Can Yayınları, İstanbul, 2004,s.291-302.)

Sonuç… Kral Faysal idaresinde bir yarı sömürge Irak’tır.

Ancak bu dönemin iki istisnası vardır. Suriye ve Irak’taki bazı aydınları Mustafa Kemal Paşa’ya başvurarak yardım istemişlerdir de ondan…

Sözü Attila İlhan’a bırakalım.

“Mustafa Kemal Paşa’nın Güney komşularımız hakkındaki politik düşüncesi neydi? Türkiye’nin dış politikasını ve savunma stratejisini nasıl tasarlamıştı? Tabi, şimdikinden çok, çok farklıydı. Bunları bugün kimse hatırlamak istemiyor.

23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılır. 24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa bir gizli celsede durum hakkında bir açıklama yapar. O açıklama sırasında iki şeyden bahsediyor ki, o iki şey bugün için çok önemlidir.

Birincisi şu; diyor ki, bizim bir Kurtuluş Savaşı hareketine giriştiğimizi gördükleri andan itibaren Güney’de İngilizler ve Fransızlar tarafından kötü muameleye maruz bırakılan Araplar bize başvurdular. Gene sizinle beraber olalım, bizi de kurtarın, diye. Suriyelilere verdiğim cevap şudur diyor Meclis’te;

-Biz şimdi size yardım edemeyiz. Çünkü bizim elimizdeki güç ancak kendimizi kurtarmaya yeter. Ama siz de bizim yaptığımızı yapabilirsiniz. Siz de gücünüzü toparlayınız ve istiklalinizi kazanınız. Ondan sonra sizinle federatif veya konfederatif bir örgüt içinde buluşabiliriz.”

Suriyelilerden sonra Iraklılar da aynı başvuruyu yapmış ve aynı cevabı almıştır.

(Atatürk'ün projesi: Türkiye-Irak-Suriye Federasyonu, Attila İlhan)

Şu konuya açıklık kazandıralım. Osmanlı’nın son döneminde dış tertipler ve kışkırtmalarla emperyalizmin rahle-i tedrisinde kurdurulan Balkan devletleri, İkinci Paylaşım Savaşı’nda Nazi işgaline karşı bağımsızlık savaşı vererek yapay devletlikten ulus devletliğe geçebilmişlerdir. Bugün Ortadoğu’da BOP ve Arap Baharı dayatmasıyla yaşanan süreç de benzerdir. Niye mi? Sınırları 20 yüzyılın başında İngilizler tarafından belirlenen bu yapılar, çağımızın emperyalisti ABD’ye karşı bağımsızlık savaşı vererek ulus devlet olma rüştlerini tarih önünde kazanmak ve içlerindeki gerici, yarı feodal yapıları tasfiye etmek zorundadırlar. Diğer seçenek ise emperyalizmin bu yapıları etnik ve dini temelde şehir devletlerine ayıracağı sömürgelerdir.

İşte burada “Dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte 1000’e çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir. Gelecekte devletler, finans sektörü tarafından idare edildiğinde dünyaya barış ve huzur gelecektir.” (!!!) diyen Rockefeller hatırlanmalıdır.

Milliyetçilik, milli devlet ve küçülme konularında, CFR'nin denetiminde olan Amerikan Dış Politika Araştırmaları Enstitüsü Başkanı olan R. STRAUSZ HUPE ise şunları söylemektedir.

“Milliyetçilik, bu yüzyılın en güçlü gerici kuvvetidir!.. Milliyetçilik, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını engeller!.. Amerikan halkının misyonu, milli devletleri tarihe gömmek, halklarını daha küçük birimlerde birleştirmek (siz bunu ayırmak olarak okumalısınız G.E.) ve Amerika'nın elindeki güç ile bu Yeni Düzen'in sabotörlerini caydırmaktır!” “Yeni düzenin sabotörleri” ise malumunuz olduğu üzere ulus devletleri savunan antiemperyalistlerdir.

BİLDERBERG'in ilk başkanı Hollanda Prensi BERNDHARD ise hâlâ anlamayan olursa diye konun altını bir kez daha çizmektedir.

“Tüm bu ifadeler, nihai hedefi açıkça ortaya koymaktadır. Bu hedefte kesin olan şey, Yeni Dünya Düzeni'nde ulus devletlere yer olmadığıdır! Ulus devletler, mutlaka parçalanacak, yok edilecektir!”

(SÜRECEK)