Kanla, irfanla, devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ana kırılma noktalarını şöyle sıralayabiliriz. 10 Kasım 1938 Mustafa Kemal Atatürk’ün Hakk’a yürümesi, İngiltere, Fransa ve ABD ile 1939’da imzalanan ticaret ve işbirliği anlaşmaları, 1949 NATO'ya giriş müracaatı…1952 yılında Mehmet'imin canı pahasına NATO’ya girilmesi…

27 Mayıs 1960 Devrimi kırılmaları gidermek amacıyla yapılsa da kısa zamanda etkisiz hale getirilmiştir. Ancak, 27 Mayıs Devrimi’nin en büyük kazanımı olan 1961 Anayasası için 1960’lı yılların ikinci yarısından başlayarak “Türkiye’ye bol geldiği” ifade edilmiş ve 12 Mart 1971 muhtıra vitrinli darbe ile 1961 Anayasa'sı delinmiştir. 

1977 yılından bir görüntü… Yer, Park Otel Taksim-İstanbul… Yapılacak açık oturumun konuşmacılarından biri Erol Manisalı’dır. Diğer konuşmacıyı Manisalı Hoca şöyle tanımlar… Kısa boylu, şişman, gözlüklü, kırpık bıyıklı biri… DPT’de mühendismiş… Turgut Özal… Daha sonra 24 Ocak kararlarının mimarı olacak, 12 Eylül Amerikancı darbesinin Başbakan Yardımcı ve 1983’den sonra ise ANAP Genel Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçilecektir. “Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz…”, “federasyonu tartışalım…” diyen Sam Amca'nın gözde adamı, tonton (!) bir zattır.

1977’de Turgut Özal’ın savunduğu ekonomi politikaları 24 Ocak 1980 Kararları ile başlayarak ve 12 Eylül 1980 darbesinden sonra sürdürülen, Türkiye’yi uluslararası sermayeye teslim ederek ülkeyi açık pazara dönüştüren bir açılımdır.

Bu politikalara, “Bunlar ancak demokrasinin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin olmadığı ülkelerde uygulanabilir” diye itiraz eden Erol Manisalı’ya Özal’ın yanıtı “Bunlar olacaktır” söylemidir.

Emperyalizmin matruşka bebeklerine benzeyen gelmiş ve geçmiş iktidarlar zaman, zaman Türkiye adına, ulusal çıkarlar adına uygulamalar yapmak isteseler de izlenen ana eksen Batı’ya teslimiyetten öteye geçememiş ve "Büyük Abi" buna asla izin vermemiştir.

ABD’nin BOP gereğince dışarıdan patlatılan 2001 ekonomik krizi, Kemal Derviş’in dolar yeşili ellerine teslim edilen ülke ekonomisi ve Irak’ın ABD tarafından işgaline destek vermeyeceğini söyleyen DSP, ANAP, MHP koalisyonu dâhili ve harici gayretlerle çökertilmiş ve Türkiye 2002’de erken seçime gitmek zorunda bırakılmıştır.

İşte bu noktada siyaset sahnesine yeni bir aktör çıkarılmıştır AKP… Hem genel kurulunu bile yapamayan taze bir partidir. Hem de CFR'nin isim babalığı yaptığı, tüzüğüne memorandumdan maddeler almayı becerebilen bir partidir. Seçime çeyrek kala el değiştirerek sahne alan bir başka partinin, Genç Parti'nin, olağanüstü gayretleriyle MHP baraj altında kalmıştır. Böylece Türkiye, ABD’nin ve muhiplerinin pek özlediği iki partili meclisle yönetilmeye başlanmıştır.

Bu iki partili Meclis, kol kola vererek 4 Haziran 2003'de şu meşhur "İkiz İhanet Yasaları"nı kanunlaştırarak, Türkiye'de günümüzde sakız misali ağızlarda çiğnenen "Demokratik Özerklik"in önündeki tüm engelleri kaldırmakta hiç bir sakınca görmemiştir. 

“Dost ve müttefik” ABD’nin kırılma noktası 01 Mart 2003’de teskeresinin meclise takılmasıdır. Böylece Irak’ın Kuzey’den işgali için ABD birliklerinin Güney ve Güneydoğu’da cirit atmaları engellenir.

İşte bu noktadan sonra Türkiye, Ergenekon tertibine doğru hızla seyredecektir. Askerin başına çuval geçirilmesi… Daha önce AB’nin akçalı tertipleriyle başlarına torba geçirilen sendikalar… Kendi ordusu ile iç savaş yaşayan bir iktidar, toplumun en itibarlı kurumu olan TSK milletin gözünde itibarsızlaştırılmaya, kendini bile savunamaz bir hale getirilmeye çalışılmaktadır.

Bir taraftan da mevcut partiler dönüştürülmüş, demokratik kitle örgütleri çeşitli sızmalarla NGO’laştırılarak STK’lar inşa edilmiştir. (Non-Govermental Organizations, hükümet daha doğrusu devlet-dışı örgütler)

Milletin ve en önemlisi devletin çıkarlarını koruyan gerçek DKÖ'leri bu oluşumun içinde var olan doğru düşünce ve savunma içgüdüsü birilerini fazlası ile rahatsız etmektedir.

Ancak günümüzde -ismi lazım değil- bazı demokratik kitle örgütleri edilgenleştirilerek, gerçek görevlerinin ne olduğunu çoktan unutmuşlardır.

12 Eylül 1980’de ABD’nin “Bizim çocuklar kazandı” diye sevindiği darbe sonrası “toplum mühendisliği” başlığı altında “Siyaset bu… Kazan da, nasıl kazanırsan kazan… Maksat oyunda ütmek değil mi?” diyerek fanatik futbol amigoluğuna, “Ver şu kaşığı bir de ben öleyim” denen rant paylaşım kapılarına dönüştürülmüştür.

Artık ülkesi, milleti, halkı için değil, soğan başı olup bir şeyler edinilen yerlerdir parti, dernek, sendika vb yapılar... Örneğin dernekler, siyasette bir yerlere zıplamak için tramplenler haline getirilmiştir. Milletvekili olmazsan belediye meclisi üyesi, o da olmazsa il genel meclisi üyeliği vs. Aday adayı olup da seçilemedin mi gelsin bürokraside rütbeli makamlar, yok serbest mi çalışıyorsun ihaleden ihale beğen… Ne demişler bal tutan parmağını yalarmış…

Ülke bu ahval ve şeraitte bölünme tehdidi ile karşı karşıyaymış… Geçiniz… “Benim parti senin partini döver… Oğlum sen imanla çalışıyorsun, onlar hevesle…” gibi yaklaşımlarla siyaset kendi doğal mecrasından çıkarılmıştır.

Artık partilerin ne söyledikleri değil, bu koşuda kaçıncı olacakları önemlidir. Şu gerçek ise pek çerçeveye girmemektedir. O da şu… At yarışı kavramlarını bilenler “eküri” sözcüğünü hatırlasınlar lütfen… Aynı ahırın atı demektir bu sözcük… Sonuçta siz aynı ahırın bir atını işaretleseniz de diğer kazansa bile o yarışı kazanmış olursunuz. Emperyalizm için tek favori at kendi çıkarlarıdır. Bu sonuca ulaşmak için imam sarığı da giyer, papaz külahı da, haham takkesi de… Hatta Atatürk rozeti bile takar. Bunlar onu kesmez ise çevreci de olur, özerklik muhibbi de…

Seçmenin okuması gerekeni engellemek için de her türlü Ali Cengiz oyunu medya üzerinden sahnelenir. Yeter ki halk, zehirli suyun biriktirildiği noktaları görmesin, göremesin.

Bugün Türkiye, mevcut iktidar tarafından bir kayıkçı kavgasına çekilmişken, 2023 projeleri diye altı üstü olmayan hayallerle avutulurken üç ay sonra topluma dayatılacak olan yeni anayasa üzerine söz eden kimse çıkmamaktadır.   Federasyon tertibiyle ülke bölünmeye çalışılıyormuş, başkanlık sistemiyle tek adam diktasına zemin açılıyormuş…

Son günlerde İstanbul’da bir belediyenin “aile danışmanı” olduğunun söyleyen bir hanım, “Dört kadınla evliliği yasallaştırmaktan” söz ederek toplumun belli bir kesiminin dikkatine baş düşmandan uzaklaştırmaya çalışmış ve kısmen de olsa başarılı olmuştur. Hemen her türlü medya bu konuyu toplumun önüne koyarak gündem saptırma görevini yapmaya çalışmıştır. 

Bir taraftan da birileri… “Bak sen… Demek uniter (tekil) devleti savunuyorsun ha? Al sana kaset…” diyerek internet üzerinden kaset sağanağı başlatılmıştır.

Bir taraftan ise “Bak sen… Demek meclise bir beşinci grup sokmak amacıyla bağımsız adaylar çıkarıyorsun… Hem de Malta-Silivri hattında tutsak olanlardan bazıları aday oluyor… Örtün üstlerini gitsin… Kimseler bilmesin…” denerek aynı tertibin koşucularının rahatlamaları sağlanmaya çalışılmaktadır.

İşte bu şartlarda seçmene düşen görev ve sorumluluk geçmiş her seçimden daha büyüktür. “Ben şuna kızdım, ben buna küsüm, ben şuna gıcığım” diyerek sandığa sırtını dönmek Türkiye’nin “olmak olmamak” savaşımında bölücülerin, iç savaş tertipçilerinin, Cumhuriyet karşıtlarının değirmenine su taşımaktır.

Herkes 12 Haziran’da bir yurttaşlık görevi olan sandık başına gitmeli, boş oy veya geçersiz oy değil, ülkenin somut şartlarını değerlendirerek bir tercih yapmalı, oyunu vermeli, sandıkların güvenliği için gerekiyorsa sayım süresince okul binalarında bulunmalıdır. Hatta seçim kurullarına sandık başkanı dışında kimse götürülmezken kendi araçlarıyla diğer sandık görevlilerinin ulaşım sorunun çözmede yardımcı olmalıdırlar. Sabahın erken saatlerinde sandık başlarında olarak eğer yeterli sandık görevlisi yok ise sandıklarda görev almalıdırlar.

Tarih, 12 Haziran 2011 seçimlerini Türk milletinin ateşle imtihanı olarak yazacaktır, ancak bir son değildir. Bunun bilincinde olarak 13 Haziran'a kendimizi, etrafımızı hazırlamak ta bizim görevimiz olmalıdır.